resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Mayıs 2015 Pazar

Drifter's pick; şiir gibi çizimler KİM'den


Şiir gibi resimler Daehyun Kim'den...Moonassi serisini Seul'de okurken çizmeye başlamış; çizimlerin ardında öyle belli bir hikaye yok; genel günlük hissiyatımın dışavurumu diyor kendisi...öyle diyorsa öyledir ne diyelim. yukarıdaki çizime verdiği isim; I see you in the sea of you yani bir sen denizinde seni görüyorum...  

You're sur real


bright darkness

sleepless days

attached

21 Nisan 2015 Salı

köprü çoban ve bir uzlaşma hikayesi



Rönesansla ilgili hep şöyle derler ya;
Ortaçağ ile modern tarih arasındaki köprüdür rönesans;
doğruymuş
Ortaçağ sanatı ile modern sanat arasında bir köprü var; ve o köprüden geçen toskanalı bir çoban;
Giotto .
santu sipiritu meydanından ilerleyip arno nehri üstündeki ikinci köprüden geçiyorum yürüyerek…
santa croche(kroşe) meyadanındaki şapelin tavanına bakıcam.
Simetri ve asimetri konusunda kafa yoruyorum şu size bahsettiğim kitabı okumaya başladığımdan beri.
Güzellikle simetri arasındaki ilişki hepimizin malumu; peki asimetri?
Simetrideki “steryl rigidity” yani steril katılık/değişmezlik/esnemezlik  onu asimetrik yani sürprizli, tahmin edilemezli, dinamik olandan daha az cazip kılıyor olabilir mi?
Olabilir.
Ama asimetrinin de bir sınırı olmalı mı?
Köprüden geçerken bunları düşünücem.
Köprünün bütün olayı bu mevzu olabilir mi?
 Asimterinin ne kadarı kaos yaratmaz?

Aklıma takılan bişey daha var. Tüm dünya rönesans’ın floransa’dan çıktığını kabul ediyor. Kimisi “şans işte, da vinci, mikelanj, boticelli falan filan hepsi toscana’da doğmuş naapalım” diyor. Buna tesadüf demek bi tuhaf değil mi? Kimisi tarih veriyor. Rönesansın başladığı günü söylüyor. Floransa katedralinin vaftizhane kapısını (şu bronz olan) yapma ihalesinin, Brunelleschi’de değil de Ghiberti’de kaldığı gün başladı bu Rönesans diyor.  Yani Kapıyı Brunelleschi yapsaydı hala yedi sağda yedi solda melekler, ortada bir Madonna elinde koca kafalı bir bebek çiziyor olacaktık resim diye.
Neyse kendi teorime dönüyorum.
Köprü ve Çoban Giotto teorisi;
Soruyu yeniden soralım;
Asimetrinin ne kadarı kaos yaratmaz.
Bugün sanatta bunun hiçbir önemi yok ne kadar kaos o kadar sanat;
ama o gün vardı bin ikiyüz küsurlardan bahsediyoruz.
İşte bugün sanata bu pervasızlığı tanıyan köprü Rönesans.
peki
Rönesans neden bir çobanın gözlerinden yansıdı ve ellerinden alev aldı?
Kıra çıkmak lazım,
Bahar bahar, toskana çayırlarına…
Çünkü simetri ve asimetri arasında bir uzlaşma sağlamak gerek bunu en iyi doğa sağlıyor… gözümüzün önünde aslında.
Bu uzlaşmaya biz

Balans diyoruz…


27 Mart 2015 Cuma

Bugün hayatımda ilk defa gerçek bir Oskar Kokoshka gördüm!

 Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman” 
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.  
Cezanne mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant, Boch, Rubens  vs. vs. yok yok.  İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar  bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir yani o derece… baştan çıkarcı…

Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.

Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,  Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor bağışlayabildiği kadar.  Bu iki yüce gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …

Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız, çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında.  Topu topu beş şey.  

Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…

İkincisi şu tablo


Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring” yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan. Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.

Üçüncüsü bu;


Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.

Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri. Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.

Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
 E, çünkü kendisi çook zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi değil mi?

dördüncüsü; 
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.



Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;


1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).

Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?

5 Ocak 2015 Pazartesi

Joan Miró Ferra; çocukça rüyalar, halüsinasyonlar, kuşlar, yıldızlar, renkler ve iştah


1 şubat’a kadar devam eden bir sergi var sakıp sabancı müzesinde… gitmek lazım; bir miro tablosu önünde birkaç dakika durmak lazım… rüyada pencere açmak gibidir Miro tabloları… yaşarken bunları görmek lazım  (Not; Çarşambaları tüm gün ücretsiz gezilebilirmiş müze.)

1937 l'été- summer

Bu bloğu takip edenler bilirler müze gezmeyi severim; ressamların büyük koleksiyonlarının sergilendiği müzeleri özellikle. O müzelerin giriş katlarında kitapçı olur (kimisi için hediyelik eşya dükkanı da diyebiliriz) sanat kitapları indirimli satılır o dükkanlarda ve ben bu fırsatı pek kaçırmamaya çalışırım.
 Elimde o kitaplardan biri var orada Miro diyor ki;  
“I try to apply colors like words that shape poems, like notes that shape music.”
yani
“renkleri şiirleri oluşturan kelimeler gibi; müziği oluşturan notalar gibi uygulamaya çalışırım”


petit universe

Renklere dikkat!


Miro resmini birkaç akımın içinde görebilirsiniz; Miro sürrealisttir muhakkak, biraz kübizm öğeleri vardır; Picasso’yla bir geçmişi var filan, memleketlisi ne de olsa…
fakat renkleri kullanışı…
Fauvism diye bir akım duymuş muydunuz?
Matisse desem?
Çünkü bu akımın yaratıcısı Matisse’dir ama Miro kulağı geçmiştir…
tüpten çıktığı gibi çiğ ve bağıran renklerin bu şekilde doğrudan kullanıldığı bir akım Fauvism / fovizm
Matisse’in de aralarında bulunduğu 3 ressamın ortak sergisinde fark edilmiş ve adı konulmuş bir akım
Louis Vauxcelles; dönemin mühim sanat eleştirmenlerinden biri tarafından.  yıl 1905.
Bir matisse tablosu önünde, elinde şarap kadehi ile durup şöyle demiş olabileceğini hayal ediyorum.
“Vahşi bir hayvan gibi azizim!”
“Les fauves” wild beasts anlamına geliyor. Akımın adı da buradan geliyor.
İşte Miro bu akımın yaşamasına ve gelişmesine en büyük katkıyı yapmıştır sanat hayatı boyunca…

Tabi renklerden ötesi var onun resminde.
Rüyalı, sürprizli, yıldızlı filan şeyler…


Femmes, oiseaux, étoiles, 1942
Women, birds, stars

Miro barcelona’da doğmuş ama Picasso sayesinde Paris’teki sürrealist ortama akmış bir dönem; Paris'teki ilk yıllarında Paul Eluard, Antonin Artaud ve en çok da Tristan Tzara ile takılmış…
Şiire düşkünlüğü biraz Akdenizliliğinden biraz da bu ortamlardan…
Onun için resimden bahsederken hep şiirle karşılaştırarak çıkarımlara varıyor mesela şöyle demiş
 “The painting rises from the brushstrokes as a poem rises from the words. The meaning comes later.”

Yani "resim fırça darbelerinden, şiir kelimelerden çıkar. Anlamsa sonradan gelir."

Femmes, serpent-volant, étoiles, 1942
Women, flying-snake, stars

benim en şiirsel bulduğum tablosu ise;
'l'ampollo de vi' yani 'bi şişe şarap' tablosu.


son olarak size The Farm'ın hikayesini anlatıyorum ve Miro dosyasını kapatıyorum.

"The Farm" Miro'nun 9 ay boyunca gece gündüz uğraştığı, resmen doğum sancısı çektiği tablosu.
Bu tabloda  bir katalan dağ köyü olan Mont Roig'deki çiftlik evini resmeder. Paris'te Picasso'nun himayesinde ve evinde kalırken; tutunmaya çalıştığı dönemde yapmıştır. Tabi orası da ilginç; Paris'e gelirken Picasso'yu tanımadığı söyleniyor; Annesi tanırmış Picasso'yu...  Ailevi dostlukları nasıl kuvvetliyse Paris'de Picasso Miro'ya epey bakmış; hatta bir resmini satın almış falan.. Neyse işte o dönemlerde başlamış bu tabloyu yapmaya... öyle takıntılı çalışıyormuş ki bu tabloyu tamamlamak için rahatlayabilmek ve güçlenmek için akşamları boks salonuna gidiyormuş. Earnst Hemingway'le orada tanışmışlar.
9 ay sürmüş tabloyu tamamlaması... hamilelik gibi resmen.
Hemingway de tabloyu almayı kafasına takmış bu süre içinde.
5000 Franc verip almış sonunda tabloyu. Hemingway; o güne kadar en çok para verip aldığı tablodan 4250 Frank daha pahalı olduğunu söylüyor The Farm'ın. Neden bu kadar çok istediğine gelince tamı tamına kendi kelimeleriyle;

  "It has in it all that you feel about Spain when you are there and all that you feel when you are away and cannot go there. No one else has been able to paint those two opposing things."

şöyle çevireyim

"onda, ispanya'dayken ispanya'ya dair hissedebileceğiniz; ve ispanya'dan uzaktayken ve oraya gidemiyorken hissedebileceğiniz herşey var. Hiç kimse bu iki tezat şeyi (aynı anda) çizemez."

ve sonra şunu diyor;

"After Miró had painted The Farm, and after James Joyce had written Ulysses, they had a right to expect people to trust the further things they did, even when people did not understand them."
yani

Miro The Farm'ı çizdikten ve James Joyce da Ulysses'i yazdıktan sonra ; her ikisinin de, insanların onların sonradan yapacakları işlere güveneceklerini beklemeye hakları vardı; her ne kadar insanlar o işleri anlamamış olsalar da...
(çevirisi biraz bulanık oldu)

işte The Farm




15 Mart 2014 Cumartesi

Rene Magritte yazı dizisi #3 ; Magritte'e giden süreç


Georgette’in bu portresi 1921’de yapılmış; sanki hocaya sunulacak bir resim ödevi gibi… Allahtan altına imza atmış. Georgette Berger o zaman 19 yaşında, ressam araç gereçleri satan bir dükkanda tezgahtar; babası kasap! 1922’de evlenene kadar ilişkilerini herkeslerden saklıyorlar; özellikle kasap babadan…

En son Construal kavramına değinmiştik;

Örtme, kapama, önüne geçme perdeleme vs…
Şairane bir durum bu.
Kendisi de söylüyor bunu; “the function of painting is to make poetry visible.”( Yani resmin fonksiyonu şiiri görünür kılmaktır.)
Müzede hemen hemen her tablonun önünde bunu hissettim; iyi bir şiir okumuşum gibi…
Onu bu kadar etkileyici yapan figüratif dile çok hakim olması ve kullandığı metaforlar… algımıza oynadığı oyunlar, ezberimizi bozmaya yönelik.

Geştalt psikolojisinden bahsetmek istiyorum; bu, bilme sürecinde algının rölü üzerinde duran bir psikoloji kuramı; yani literatüre biliş psikolojisi diye geçmiş cognitive psychology’de, görsel algının 
rolü üzerine bazı yasalar koymuşlar;
Temel soruları şu:
Neden gördüğümüz şeyleri bu şekilde görüyoruz?
Neden algısal deneyimimiz kaotik ve tutarsız değil?
Cevap:
Düzen evrensel organizasyon prensipleriyle birlikte gelir. Görsel dünyayı bir mantığa oturtmak için zihin kural koyar. Yani, it has to make sense.

Bu kurallar şunlar oluyor:


Şekil zemin ilişkisi; algıda seçicilik, yani dikkatin yoğunlaştığı obje şekil, diğer yüzeyler zemindir. Zemin arka plandır. Şekil arka plansız olmaz. Magritte’se bu yasaya hadi ordan diyor; mesela Endearing Truth’a bakalım;


"the endearing truth"



şekille zemin konusunda zihnimiz tamamen başıboş kalmış durumda. It doesn’t make sense at all. Şekil ve zemin sürekli iç içe geçiyor. Tek bir background olması gerekirken birden fazla… gördüğümüz herşey başka bir şeyi örtüyor.


Açıklık ve Tamamlama; bir imaj ya da form yarım veya eksik de olsa zihin onu tamamlar. Yani figürün bir kısmı perdelense ya da önüne bişey gelse de zihin onu tam olarak algılar ve oradaki varlığını bilir. Şimdi Carte Blanche’ a bakalım;

Magritte bu örtme işlemini nasıl yapmış;

Ağacı kadınla kadını ağaçla atı hem kadın hem ağaçla örtmüş… bu mümkün mü? Şekil zemin ilişkisini de açıklık ve tamamlama yasasını da sarsıyor.

ve diğerleri;
"the ocean"

"titanic days"

"the magician"
Bir oyuncağı daha var; en sevdiğimiz magritte tablolarında kullandığı şeffaflık…

Şeffaflığı bir örtme biçimi olarak kullanıyor; manzaraya bakan bir adam görüyoruz; adam manzaranın önünde durduğu için manzarayı göremememiz gerekir…oysa magritte adamı manzarayla örtüyor. Böylece adamın içinden geçerek hem manzarayı hem adamı görebiliyoruz. Yani örterek şeffaflaştırıyor. Çok dahiyane…

Magritte’e bakarken şu kuşku var; ben mi tabloya bakıyorum yoksa tablo mu bana…

Hep mümkünsüz bir görme biçimi… impossible looking…

Görmüş olamayacağımız bir şeyi görüyoruz sonra da kendi kendimize soruyoruz:

Neden görmüş olmayayım? Kim demiş?

Peki Magritte’i Magritte yapan süreç nasıl işliyor?

En son 1920’lerde kalmıştık;

Rene Brüksel’de Güzel  Sanatlar Akademisi sayesinde kısa sürede sanat ve edebiyat ortamının göbeğine düşüyor; Bourgoise kardeşler kendini bulma yolunda yoldaşları diyebiliriz. Bunlar biri avant garde işler yapan bir mimar, diğeri şair iki kardeş. Birlikte takılmaya başladıkları dönem oldukça üretken bir süreç; birlikte gazete çıkarıyorlar;  bu sıralarda Magritte empresyonizm ve kübizm arasında kendi sesini bulmaya çalışıyor ama olacak gibi değil; biliyor aradığı şey burada değil.
Şair olan kardeş Piere Bourgeois sayesinde bir katologda bazı fütüristlerin çizdiği resimlerle karşılaşıyor ve evreka diyor; bu onu sürrealizmi keşfedene kadar oyalayacak.
Bu dönemle ilgili şöyle diyor:
"I had before my eyes a powerful challenge to the good sense with which I was so bored. For me, it was like the light I had found again upon emerging from the underground vaults of the old cemetery where I had spent my childhood vacations. In a state of real intoxication.”

 Aynı dönemde Dada’ya da ilgi duymaya başlıyor özellikle İtalyan Futuristler Erik Satie ve Tristan Tzara’yla yazışıyorlar. Ayrıca bir tiyatro sahnesinin dekorunu çağrıştırın serilerini çizerken etkisinde kaldığı mimar ve abstrakt ressam dostu Victor Servranckx’la takılmaya devam ediyor. Mesela


Şu resmine bir bakın;

Bunu görür görmez aklıma funny games geldi. Çok tuhaf değil mi?

Neyse

Geldik De Chirico vakasına; yani Magritte’in Magritte olma yolunda karşılaştığı en mühim İlhamilerden biri…
Magritte, Futurizm, kübizm, abstrakt, purism filan gibi yeni akımlara hep merakla ve heyecanla yaklaşmış ama yine de aradığının orada olmadığını biliyormuş.
Şöyle diyor;
In the end, I found that none of these experiments really satisfied me. I am not I believe a painter in the full sense of the Word.
Yıl 1923 bir gün yine şair bir başka arkadaşı Marcel Lecomte’yle otururken Georgio de Chirico’nun Le Chant d’amour/ song of love resmini görüyor.
O şu resim;



"the song of love/Chant d'amour "

Bu resim 1914’de yapılmış. O zaman buna metafizik resim Chirico’ya da Metafizik ressam diyorlar; eh sürrealizm akımının ortaya çıkışına henüz bir sene var. Zira Andre Breton 1924’de koyacak ismini akımın.

Magritte çok etkileniyor ve şöyle diyor ‘De Chirico is the first painter to have thought of making painting speak of something other than painting’  yani “O bir resme resmin dışında bişey konuşturtmayı düşünen ilk ressamdır.”

Devam ediyor Magritte;

O şunu anlamış; estetik bir sanat eserinin önemsiz bir aksesuarıdır; asıl olan fikirdir. 

Devam edecek...


(bir sonraki yazı;  sürrealizm, Magritte'te dil ve imge)




8 Mart 2014 Cumartesi

Rene Magritte yazı dizisi #2 Georgette öncesi rene magritte; ilk yıllar

Yıl 1912, Sambre Nehrinden bir kadın cesedi çıkarılır. Gecedir ve köprünün üstü çok kalabalıktır. Dehşet uğultulu kalabalığın üzerinde dalga dalgadır. Kadının beyaz geceliğinin etekleri başına doğru sıyrılmış tüm yüzünü boğarcasına örtmüştür.  Rene’nin hafızasına kazınan ve hayatı boyunca gözlerinin önünden gitmeyecek olan bu görüntü Rene’nin annesine aittir.

İşte bu en sevdiğimiz magritte’lerden biri;   LOVERS tablosu

Magritte Freud’dan epey etkilenmiş olmasına rağmen freudyan düşünceye düşman biriymiş… eserlerinin yorumlanmasına da karşıymış doğal olarak ama bazı kritikler Magritte’le psikolojik gelişiminin arasında bir bağ olduğunu savunuyorlar… özellikle 13 yaşında yaşadığı bu trajedinin yaratıcılığında etkisi olduğunu düşünüyorlar.
Peki ama gerçekten gördü mü?
Bir kısmı bu trajediyi hayalinde canlandırmış olabileceğini savunuyorlar… Görmüş olamazmış, duymuş olabilirmiş.   
Burada görme biçimleri devreye giriyor.
Bir obsesyon olarak görme ve bakış….bir fiksasyona varan yol.
Yasağa bakma, mümkün olmayan bakış, agresif bakış… bunlar Magritte tablolarında deneyimlediklerimiz.
Kendisinin de vurguladığı gibi; görmek bir fiili bir durumdur; edilgen değil etkinsinizdir.

Dolayısıyla;

Rene’nin gördüğü şey Regina Magritte’nin intiharla sonuçlanan bir buhran süreci yaşadığı ve bu dönemin  Rene’nin ergenlik çağına denk düştüğü… Bu bir Edgar Poe sendromu;  Ergenlikte genç anneyi/ilk sevgiliyi ölüme verme…
Biraz daha geriye gidelim.
İlk yağlıboya tablosu 1910 tarihli; bu tablo sayesinde  babasının Rene’nin yeteneğini takdir ettiği ve resim dersleri aldırarak onu bir ressam olmaya teşvik ettiği söyleniyor.  Bu önemsiz bir ayrıntı değil. Magritte’in içinde bulunduğu aile ortamı hakkında bilgi veriyor. Baba çok sık şehir değiştiren bir tüccar; ileri depresyondaki anne hem fiziksel hem zihnen tükenmenin eşiğinde (iki yıl içinde intihar edecek) ve iki küçük erkek kardeş (biri müzisyen biri iş adamı olacak ileride)… ve Magritte resim 
dersleri alıyor…
Annenin trajik ölümünden sonra Charleroi’ye taşınıyorlar, o yıl 1913’de önemli bir şey oluyor. Şu meşhur Georgette’i panayırda görüyor.  Georgette daha 12 yaşında o zaman, Rene 15.
Burada 16 yaşında
1914’de aile, Alman işgali yüzünden Chatelet’e geri dönüyor. Ama Rene kendi ayakları üzerinde 
durma sevdasına Brüksel’e gitmeye karar veriyor; 1915’de bir öğrenci yurduna yerleşiyor… beş sene 
Güze Sanatlar Akademisi’nde “free student” statüsünde ders alıyor (yani sınava girme mecburiyeti olmayan öğrenci) dolayısıyla bir diploma vermiyorlar.
Orada dönemin önemli sanatçılarının atölyelerine katılma fırsatı buluyor; özellike dekor resminde önemli bir isim olan sembolist ressam Constantin Monstald’ın stüdyosuna devam ediyor.
Bu arada o dönemde pek etkilendiği bir şey var; romandan uyarlanan 1913-1914 Fantomas film serisi.  

Bu fantom figürü Magritte’in alter egosu olacak ileride de bazı tablolarında sıklıkla kullandığı figür.
Man from the sea 1927
 Bu dönemde bir yandan ‘Renghis’ adıyla gizemli öyküler yazmakta.  Georges Eekhoud’dan   aldığı edebiyat dersleri ufkunu epey açmış olacak… Bu adamın portresini 4 defa çizmiş.
İki kişi daha var;
Abstract’a eğilimini başlatan Belçikalı ilk abstract ressam Victor Servranckx  ve bir süre stüdyosunu paylaştığı yakın arkadaşı Pierre Louis Flouquet.

Ortam bu; Rene epey bohem bir ortamın içinde görünüşte olmasada ortamın en bohem hayatına sahip takılıyor… bunun kendi yarattığı bir tarz bir stil olduğu sonradan fark edilecek.
Neden görünüşte olmasa da dedim? Çünkü tuhaf bi şekilde çok ciddi bir görünümü var. özellikle giyim tarzı; ressam değil sanırsınız evkafta memur. Abartılı bir resmi giyim sitili.  Şapkası geniş ceketi bastonu ve piposu…  Bu görüntüsüyle de bir şey anlatıyor; bu resimden anladığımız şeyi belki de… Kendisiyle ötekiler arasına bu resmiyetle perde çekerek; içindeki yalnızlığı, öteki dünyayı örtüyor. 


Magritte tablolarında izleyici olarak maruz bırakıldığımız mühim bir durum bu. CONSTRUAL; örtme, gölgeleme, önüne geçme, kapatma anlamlarına geliyor.
(bir diğer ayrıntı dijital grafik dizaynda önemli bir kavram; fondaki imajın bir bölümünün başka bir katman üzerine getirilerek kaybedilmesi)

Neyse bununla ilgili başka şeyler de yazacağım ilerde.
Biz dönelim Rene’nin hayatının dönüm noktasına;  Rene işte o stüdyo senin bu atölye benim, 
fantomalar, esrarengiz hikayeler, abstract olsun ama, impresyonizm mi, smebolizm mi, kübizm mi? diye dolaşırken…yıl 1920 olmuş bu arada, botanik bahçesinde Georgette Berger’le tesadüfi bir şekilde ikinci kez karşılaşır.

9 yıl sonra…
Herşey böyle başlar…

4 Mart 2014 Salı

Rene Magritte Yazı Dizisi INTRO; Gözün ve zihnin Magritte'le imtihanı.


Uyur-uyanık, uyanmadan bir an öncesi;
ama bir an.
Fazla değil…
İşte o andan kalan bölük pörçük hafıza… Bir Magritte tablosu:  REM Uykusunun 1. Evresi


Hiç svevo okumuş muydunuz?

Zeno’nun Bilinci romanını çok severim; şu cümlelerin altı çizilidir benimkinde...

(Birinci sayfa)

Dün kendimi alabildiğine koyvermeyi denedim. Deneyim deliksiz bir uyku ile noktalandı…

 (Birkaç sayfa sonra )

Uyumak üzereydim, ama gözlerim hala güneşle doluydu, bir türlü kendimden geçemiyordum.

(Birkaç paragraf sonra)
Uykuya daldım sanıyordu, oysa tüm bilincimle uykunun üzerinde yüzüyordum ben.
İşte Svevo ilk yirmi sayfada böyle uyutur sizi…

Önce şunun farkına varıyoruz.

Fact:    seeing is an act!


kiss 1938 

bu resme bakıp uykuya dalmayı deneyin.
evet tablonun ismi 'kiss' 'öpücük'...

Bu deneyim zihninizin bilincinizle imtihanı olacak…
yarın devam...

3 Mart 2014 Pazartesi

Brüksel; Magritte ve bir de günün şarkısı

vee sonunda Drifter muradına erer...


burada olmamın asıl amacı Rene Magritte;
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum. 


Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...


buradayım kapısının önünde!



hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i,  brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...

önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
ah bavuluma sığsa o aynayı alacaktım...








28 Ağustos 2013 Çarşamba

Art Brut kafası; Dubuffet ve Wölfli

Outsider Art demek beni rahatsız ediyor, ben orijinal adını kullanmayı yeğliyorum. “Art brut” nefis bir ifade bence; brutal kelimesini  oldum olası beğenmişimdir.  Una musica brutal dediği bir parçası vardır Gotan Project’in, çok güzel tango…
Brutal…
evet vahşi anlamı var ama başka şeyler de söylüyor bu sözcük…
mesela haşin, hoyrat, yabani…
çok güçlü bir kelime, şiddet içeriyor…
sanat da öyle değil midir?

Onun için Roger Cardinal’e; art-brut’a   “outsider art” yakıştırmasını yapıp bir de tamlamayı literatüre geçirdiği için hep burun kıvırıcam hiç alınmasın gücenmesin.  Sebep de; efendim bu sanatçılar ömürlerinin büyük kısmını akıl hastanelerinde, hapishanelerde filan geçirmişlermiş; çoğu psikopat ya da şizofrenmiş (veyahut çocuk) onun için popüler sanat ya da sanat eğitiminden falan bihaberlermiş…
Yaptıklarını sanat olsun diye yapmıyorlarmış;  bak sen!

bu jarncılığa çok kafam bozuluyor ama fazla üstünde durmamak lazım; neticede bir tercüme isim işin değerini azaltacak değil ya…

Biz Jean Dubuffet’den yürüyelim;  bu art-brut mevzuuna ilk dikkati çeken odur çünkü.
Dubuffet zengin bir Fransız burjuvadır; Paris’te Julian Akademisinde resim okumuşluğu vardır; gerçi pek çok zengin burjuva gibi orada pırlanta gibi arkadaşlar edindikten sonra eğitime burun kıvırıp akademiyi yarıda bırakmıştır; (bize ne canım) İyi şarapçı olduğu söylenir. Yok öyle değil baba mesleği şarap üretimi ve pazarlamasından iyi geliri varmış. (bundan da bize ne canım)  bütün bunlar 1900’lerin başında oluyor bu arada… Neyse hayatından kimler gelmiş kimler geçmiş peh…Michauxlar mı istersiniz Matisseler, Artaudlar, Celine’ler allah allahhh diyorum.

Sadede gelicem yani asıl mevzuya; herşey Dubuffet, Aloise Corbaz’la Adolf Wolfli’nin sanatıyla karşılaşınca yerine oturuyor. Evreka kafası…"Bu başka bişey!" dediğimiz şey işte tam da bu diyor Dubuffet. Tabi Dubuffet de pek enteresan adam ama ben şimdi Adolf Wölfli’den bahsedicem izninizle…


O çocukken fiziksel ve cinsel tacize maruz kalmış bir yetim aslında…çocuk istismarından hapse girene kadar da hayatı epey berbat geçmiş; ordu geçmişi falan da var bir dolu bela…1800’lerin sonunda ağır psikoz teşhisiyle Bern’deki Waldau Kliniğine yatırıyorlar…(orada da ölmüş zaten)  bütün hayatı boyunca halüsinasyonlarla yaşamış Wölfli. Ve bu halüsinasyonların bir yerinde çizmeye başlamış baba…1904-1906 yılları arasında 50 serilik karakalem çizimleri ilk işleri olarak biliniyor. Waldau Kliniğindeki doktorlardan biri (soyadı Morgenthaler) Wolfli’ye özel bir ilgi duyup  Ein Geisteskranker als Künstler (A Psychiatric Patient as Artist) (bir sanatçı olarak Psikiyatrik bir Hasta) diye kitap yazınca ve bu da Dubuffet’in eline geçince ‘art brut’ yavaş yavaş bişey ifade etmeye başlıyor.

Çok enteresan; adama sabah bir kurşun kalem veriyorlarmış; iki günde kalem bitiyormuş onun bunun kalemine sarkıyormuş sonra…yılbaşında bir kutu renkli kalem vermişler iki üç haftada bitirmiş kalemleri.
Yahu nasıl bir işçilik insanın aklı almıyor, bildiğin deli işi diyeceğim “literally” diye eklememe gerek kalmayacak. Ama çok etkileyici gerçekten.

Sonra müzik de yazmış;
bu konu da ayrı muamma…
Notaları resim mantığıyla yerleştiriyor sanmışlar önce porteye… sonra bi deşifre etmişler şöyle şeyler çıkmış;
buyur burdan yak.

Asıl büyük Wölfli koleksiyonu Bern’deki Fine Art Museum’da ama Lozandaki bu muhteşem müzede de bir bölüm ayrılmış tabi kendisine.  Irren –Anstalt Band- Hain, 1910 adlı remin önünde gün geçer…

Müzede haliyle fotoğraf çekmeme izin vermediler; fotoğraf makinesini bırakın, çantamı da girişteki kasalara kilitlettiler; üstümü arayacaklar sandım, elime not defterimi almaya çekindim valla…  hayır google’da zibilken, benim günahım ne;  bu saçmalıklara hakkaten çok yoruluyorum. Ama zaten fotoğraf iyi olmuyor bazı resimler camın arkasında olduğu için parlama yapıyor.


Bir sonraki postumda size en çok etkilendiklerimden biri olan Guillaume Pujolle’den bahsedeceğim.
şimdi buyrun Wolfli halülülülerine bakalım biraz; 





yoldaki drifter'dan tutarsız zaman notları #8

bugün kendimle ilgili bir şey daha fark ettim;
ne bir gün batımı, ne bir filmdeki ayrılık sahnesi, ne de hisli bir müzik... Beni en çok hüzünlediren şey müzelerin kapanış saati. Benim müzede yatasım var, niye kapatıyorlar ki bence 24 saat açık olmalı müzeler nedir yani? elbet bir gönüllü bulunur bekçilik edecek illa lazımsa....Hani memleketimizde her güzide sitede 24 saat güvenlik var; müzede de pekiala olur yani...
Brautigan'ın en sevdiğim kitabı hatta karpuz şekerinde'den bile daha çok sevdiğim kitabı Kürtaj'dır. o kitapta öyle bir kütüphaneden bahsedilir ki; bu kitabı okuyan herkes, birgün sıranın ona gelebileceğini düşünerek, kendinin birgün böylesi bir görevi devralacağını hayal ederek o gece rahat bir uyku çeker. benim kafamdaki de aslında o kütüphanenin müze versiyonu...tam da öyle;
şimdi ne anlatıyor bu bi sürü deli saçması diyeceksiniz.
öyle değil, anlatıcam. Hayatta en çok görmek istediğim iki müzeden birindeydim; kapanış saatinde biyerlere saklansam beni bu gece burada unutur mu görevliler diye çılgınca bir fikir geçti bir an aklımdan. Böyle birşey yapamayacak biri olduğum için çok sinirlendim sonra, ağlayabilirdim bile ama üzüntümü hafifletebilirdi diye onu da yapmadım. Neyse "Art brut" müzesiyle ilgili yazacaklarım var, şimdi çok uykum var ama bundan sonraki bir kaç post'um bu müzeyle ilgili olacak...böyle duygusallıklar beni çok paylaşımcı yapıyor idare edin; bu bişey değil hem, siz beni bir de Brüksel'deki Magritte müzesine adım attıktan sonra izleyin diyorum.