görülesi filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
görülesi filmler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2019 Cumartesi

ROMANTİK BİRAZ DA MELANKOLİK KASIM!

Romantik Filmler seyrediyor muyuz?


Kasım’ın sonuna geldik ama yetiştim maratona merak etmeyin. Bu arada Sibel liderliğinde maratona katılan tüm  bloggerlara selam olsun. Seçkiler bomba 👌

Sibel’in sayfasından maratona katılacağımı söylediğimde aklımda olan listeden bir iki filmi çıkarttım. Tekrara düşmeyelim diye. Bunlardan biri, Me and you and Everyone We Know’du.  Sibel yazacak, bekliyorum, ben de keyifle yorum yapacağım; çok çok severim çünkü o filmi. :D

Music from Another Room’u Devrik Cümleler’in listesinde gördüm.
Eternal Sunshine of the Spotless Mind, Adadenizi’nde;
Çikolata Sule Uzundere’nin sayfasında
Jules et Jim ve In the Mood for Love Kitap Kuşu’nda.
Love me if you Dare Perili Ev'de;
Notebook Periodic Library'de...


Hazırsanız
Kendi Listemi açıklıyorum o zaman :

maraton için 2 kısa film seçtim önden!

ilki  Hotel Chevalier;


Ah O Wes Anderson yok mu? afedersiniz ama tam bir piç kurusu. Bu kısa film’le  özlemi, yoksunluğu, kalp kırıklığını, korkuyu, kaygıyı, iradesizliği, tutkuyu, arzuyu, affetmeyi, şevkati, intimacy ve bağımlılığı, delirmeyi, unutmayı, ızdırabı, oluşu, olamayışı, dolayısıyla aşkı 12 dakikada anlatıyor. Onun için seçtim.

Filmde yaşanan kesit aslında 2007’de çektiği Darjeeling Limited filmindeki karakterlerden biri olan küçük kardeş Jake’in acılı aşk hikayesi. (Bu arada Darjeeling Limited (Küs Kardeşler) filmini seyretmediyseniz şiddetle tavsiye ederim. Owen Wilson, Adrien Brody ve Jason Schwartzman birbirinden kopuk üç kardeşi canlandırıyorlar. Oyunculuk muhteşem, mekanlar muhteşem, hikaye fena, dışavurum enteresan.  Neyse konumuz o değil. Sulandırmayalım. )

Evet tuhaflar ötesi bir tip olan Jake (Jason Schwartzman) ve  asıl filmde adı geçmeyen ve filmin sonunda çok dikkatli seyircinin tek bir karede görüp çakozlayabileceği canım Natalie Portman’ın hayat verdigi nev-i şahsına münhasır ve de esrarengiz kadının melankolik aşk hikayesi.

melankolinin mekanı, rengi, kokusu, müziği ve nesneleri?
filmi seyrederken bunlara dikkat etmenizi tavsiye ederim. O zaman Wes Anderson’a neden piç kurusu dediğimi anlayacak ve bana hak vereceksiniz sanırım.

Filmin Türkçe altyazılı linki ( https://www.youtube.com/watch?v=L5bzFCxIkKA)
Görüntü kalitesi biraz daha iyi olan orijinal versiyonu
https://www.dailymotion.com/video/x2tyzu3



filmin en can yakıcı iki repliği

Natalie: What ever happens, man, I don't wanna lose you as my friend.
jake: I promise, I will never be your friend.

////

Natalie: I never hurt you on purpose.
Jake: I don't care.



ikinci kısa filmimiz Baggage

Yönetmenimiz Ivan Kander aşk ve aşkın vazgeçilmezi olan kalp kırıklığı konusunda çok çok mühim bir noktaya temas ediyor bu kısacık filminde. Kendisini çok tebrik ediyor, - bir demet papatya bulsam yolliycam o derece- bir alıntıyla sizi filmi izlemeye davet ediyorum.

Alıntımız aşk ve edebiyat uzerine yazılmış gelmiş geçmiş en mühim kitaplardan biri olan Bir Aşk Söyleminden Parçalar yani A lover’s discourse’dan....
Canımın içi Roland Barthes şöyle diyor sayfa 95 Hayalet Gemi başlığıyla....

Aşk Nasıl Biter? -Ne biter mi ki?
Gerçekte , hiç kimse -ötekiler dışında hiç kimse- hiç birşey bilmez bu konuda : bir tur günahsızlık, bu sonsuzluğa göre tasarlanmış , kesinlenmiş, yaşanmış şeyin sonunu gizler. Sevilen nesne ne olursa olsun, ister silinsin ister dostluk bölgesine geçsin, onun ortadan silindiğini görmem:
bitmiş aşk artık ışıldamayan bir uzay gemisi gibi bir başka dünyaya doğru uzaklaşır: sevilen çın çın çınlıyordu; işte birden bir boğuklaşıvermiştir. (öteki hiç bir zaman beklendiği zaman ve beklendiği gibi silinmez.)


Baggage: a short romantic comedy from Ivan Kander on Vimeo.

film için link burada:
https://vimeo.com/46688487



Geçelim uzun metrajlı filmlere: Bu liste için ince eledim sık dokudum. Çok düşündüm ve en son bu 7’de karar kıldım. Genelde bu blogda film yorumunu kısa tutuyorum ama bu maraton için bir prensibi bozup her biri için eni konu film yorumu yazacağım inşallah.  Sıkı durun!!!

1.  Patterson
2.  Breakfast at Tiffany”s
3.  Brief Encounter
4.  Time Crimes
5.  Tony Takitani
6.  Wrist Cutters
7.  GREASE



17 Ocak 2019 Perşembe

Ah Lanthimos ! veya 'The Lobster'

The Lobster'ı daha yeni seyrettiğin için utan utan yerin dibine gir Drifter!

Senin de alacağın olsun Lanthimos!  Dogtooth'tan sonra ben ne bileyim daha çok seveceğimi çekeceğini.



çok beğendim, hayran kaldım, nasıl güzel seyrettim bilemezsiniz.

Adam bence dahi. Kesin dahi!

Clockwork Orange'dan sonra çekilmiş en çarpıcı distopya evrenini yaratmış. (çok mu iddialı oldu? bilmem.) 3 alternatifli üstelik, No way out yani!


Filmi deşifre etmeden biraz bahsetmek istiyorum:

şöyle bir gelecek düşünün; toplum düzeni sadece çift olanları kabul ediyor ve bildiğimiz anlamda insan kalmalarına, Şehir denilen yerde aslında bizim yaşadığımıza epey benzer bir hayat yaşamalarına müsade ediyor (Lanthimos'a göre bu da son derece distopik -bayağı berbat- yansıtılmış ya neyse). Couple'lıktan düşenleri mesela karısı veya kocası tarafından terkedilenleri rehabilite etmek için 'Otel' denilen zaman zaman ıslah evi, zaman zaman hastane zaman zaman da infaz yeri olarak işlev gören bir yere gönderiyor (zorla /yaka paça dersem yerinde olacak). 45 gün içinde çiftini buldun buldun; bulamazsan Otele kaydolurken bildirdiğin/seçtiğin hayvana dönüştürülüyorsun ve Orman'a salınıyorsun ki üçüncü distopya mekanı olan Ormanda, bir de Otel'de çiftini bulamayan veya sisteme karşı gelen asiler- filmdeki adlandırılışlarıyla 'looner' yani 'yalnızlar' yaşıyor.  Onlar da süper bi grup insan. Rastgele biriyle çift olmayı reddeden , rehabilite olmayı veya şehirde yaşamayı da  reddeden bu insanların bir alternatif olacağını düşündürtüyor size önce dahi Lanthimos, ama acale etmeyin diyor hemen ardından çünkü ne yazık ki mekanlar ve düzenler simetrik. Bütün film boyunca bir extreme'den öbürüne savruluyorsunuz ama tüm bu 'çıkış yok' evreninde hala bir çıkış umudu taşıyorsunuz son sahneye kadar...

Bunun dışında Lanthimos'un sinematografik dehasına hayran kalmamak elde değil, renkler, ışık, mekanların görsel tasarımı, tamamen algınızla oyun oynuyor, anestezi etkisi yaratıyor.

Seyretmeyenlerin iştahları kaçmasın diye fazla uzatmıyorum. Görülesi filmler listesine  etiketleyip ekliyorum.  Colin Farrel ve Rachel Weisz bi de Lea Seydoux oynuyor. 2015 yapımı filmde.


31 Aralık 2018 Pazartesi

DRIFTER AWARDS 2018 YILIN FİLMİ

Ridley Scott'ın son filmini seyerttiniz mi? Zoe.
(cık! o değil!)
bu yıl en son bu filmi , kızı seviyorum diye izledim, Lea Seydoux...
yapay zeka olduğundan bihaber bir yapay zekayı canlandırıyor; sonra öğrenince işler karışıyor filan.
yani Ridley abimiz de black mirror seyretmiş. Emeğe saygı tabi de pek yavan. Aklımda bu konuyla ilgili deli sorular varken bana öyle geldi en azından.
bu konuyla ilgili epey bi okuyorum aslında çok acayip makaleler yazılıyor bu ara çok seksi konu malum. geçenlerde okuduğum bi makalede - machine learning'le ilgili- yazar bilim insanı şöyle bir iki soru sormaya çalışmış; (yani en azından ben öyle anladım, çünkü bu tip makaleleri tam olarak yüzde yüz anlamak anlamlandırmak henüz o kadar basit değil. )

biz mi makineleri yapıyoruz , makineler mi bizi yapıyor?
are we becoming machines? or are we? (yani makine mi oluyoruz yoksa olduk mu? )
soru güzel
bundan sonra üretilecek yapay zekalar bizi insan türü olarak nereye evrimleştirecek?
işte filmde bu soruların hiç biri yok
onun için yılın filmi seçmiyorum Zoe'yi. Ama siz denk gelirseniz izleyin tabi. Hem Evan Mcgregor'da var.


Bu yıl çok güzel pek güzel filmler izledim. çok görülesi olanları da gecesini de gündüzünü de sevdiğim blogumda paylaştım vicdanım rahat.
şuralarda.


Yılın ennn güzel filmi ise Ahhhlat Ağacı tabiki!


seyrettikten sonra bi mutlu oldum ki... iyi ki Nuri Bilge Ceylan var. 

bi de sizi şu alıntıya götürmek ve Yusuf Atılgan'a bi selam çakmak istiyorum:


Ruhu şadolsun, sizlerin de sinemadan çıkmışlıklarınız bol olsun!

bu sahne müthişti.



23 Eylül 2018 Pazar

Olive Kitteridge proudly presents 77 Dreams Songs!

Şu bir sezonda, hatta bir kaç bölümde lafı toparlayıp, diyeceğini diyen ve biten dizileri seviyorum. Tavsiye üzerine iki dizi seyrettim biri Sharp Objects. Amy Adams'ı severiz diye tereddüt etmedim. Hakkaten çekimler, renkler, müzikler, esrarengiz ambians (çok komik ambiyans yazınca zambiya, ambians yazınca ambulans olarak düzeltesi geliyor spellcheckimin) filan.

Neyse bence dizi olacak birşeyi yoktu. film olsaymış da olurmuş.

öbürü enteresan asıl; 
Olive Kitteridge. 
Kadına bitiyorum. Bende bağımlılık yaptı. İki gün görmesem google image'dan resmine bakasım geliyor o derece. 
Frances McDormand. 
Bunun bir de 4 bilbords Outside Ebbing Missouri diye bir filmi var. Görülesi! Oyunculuk göz yaşartıyor. Şov yapıyor!


Olive Kitteridge  Elizabeth Strout'un aynı isimli romanından uyarlanmış. Dizide Richard Jenkins ve Bill Muray de var ki McDormand'dan gözümüzü alabilsek onların oyunculuğunu da öve öve bitiremeyiz muhakkak. 
Asıl mevzuya geliyorum; 
John Berryman şiirleri. Bu mini dizi sayesinde John Berryman'ın 'Dream Songs' adını verdiği 77 şiirden oluşan ama aslında bu kısa şiirler pekiala tek bir şiir olarak da algılanabilen serisini keşfediyoruz. Freud'un dream-works prensipleriyle alteregosu Henri üzerinden stres yüklü dünyada hayatta kalma savaşı veren insanın hallerini anlattığı bu şiirlere ulaştım dün itibariyle. Acayip keyifliyim. Azıcık tadını çıkartayım bir ikisini paylaşırım ilerleyen günlerde.






  

28 Mart 2018 Çarşamba

23 Aralık 2017 Cumartesi

DRIFTER AWARDS 2017 YILIN EN SUPER FILMI

Bu sene hakikaten hoşuma giden bir kaç film seyrettim: hiç biri 2017 yapımı değil ama olsun.

ilki PATERSON: onun linki burada:

https://justdriftingaround.blogspot.nl/2017/03/paterson-diyorum.html

sonra

Saygin Vatandas diye çevirmişler:
Orijinal ismi : El Ciudadano Illustre; Hiç fena degildi.







fakat bu yılki ödül Adult Life Skills’e gidiyor.


yani öyle 'hilariously funny' filan degil ama samimi; tatlı bir film.


16 Mart 2017 Perşembe

Paterson diyorum!

sadece ama sadece oyuncuları için seyrettiğim seyrederken oyuncularının gözünün içine baktığım filmler var. PATERSON onlardan biri... ne anlattığının hiç bir önemi yok. Bu kadro 10 tane daha film çekse; (ama Paterson filminde oynayan tüm oyuncular kopek de dahil diyorum) sıkılmam seyrederim.




Dikkat ettiyseniz Jim Jarmusch'dan hiç bahsetmedim! :)

29 Ocak 2017 Pazar

drifter's pick! pazar sineması! tür: bullshit movie



bana kalırsa sinema Being John Malkovich'le bitti. 
sonrası falan filan...
alla allaaa! benim blogum ; benim fikrim!!!
neyse;
şu sıralar en hoşlandığım tür; 'bullshit movie' türü... (haadi beh!  hikaye buraya nassı bağlandı yav? dedirten filmleri koyduğum kategori) bu tür filmler adının hakını verebilmek için içlerinde anlamlı anlamsız ama en sonunda kesin anlamlı ya da hepten ilgisiz herşeyi barındırabiliyorlar; işte tam da bu yüzden bayılıyorum. 
pek güzel bir örneği Too Late. 
buyrun burdan...


İşte burda linki; cillop gibi 2015 yapımı!!! 

1 Eylül 2016 Perşembe

Danimarka dibin kara izlanda zenci!


İskandinav mizahı da biraz fazla mı kara??
Rams! diyorum.
ne bileyim hayvanları iten kakan, film icabı da olsa öldüren, öldürülüşünü gösteren filmlere tahammül edemiyorum.

kara mizah da bir yere kadar!!!

BBC de bu drumu tespit etmiş; iskandinav kara mizahını (Nordic Noir) masaya yatırmış.
Yönetmen Grimur Hâkonarson Galgahumor diye bişey var diyor İskandinavya'da çok yaygınmış... Komik aynı zamanda üzücü...
işşalla da insomniya olursun da filmde katlettiğin koyunları bir bir sayarsın bi gram uyuyabilmek için!
(bu da yeni deformasyonumuz milletçe, Fetö gündemciliği sayesinde Fetöyle yatıp kalkıyoruz yaratıcı bedduada sınır tanımıyoruz maaşallah!)

iskandinav mizahına ilgi The girl with the Dragon Tatoo'yla zirve yaptı. Bütün ödülleri kıvırıp ceplerine ceplerine sokuyorlar İskandinav yönetmenler.

Mesela Anders Jensen 2008 yapımı Men and Chicken'ı çeken yönetmen; bu fazla kara olma durmunu şöyle tescilliyor. "If there is a dead body in Denmark , someone is going to make a joke abot it."
"Herkesin zevkine göre olmayabilir ama bazen insanlar gülmeyince bu durum hoşuma gidiyor." diyor.


güneşsizlikten canım, bunlar hep güneşsizlikten...


9 Ekim 2014 Perşembe

Drifter's Pick! Internet's own Boy the story of AARON SWARTZ

O kendini astığı sıralarda ben Türkcell'de iphonuma yeni koruyucu bant taktırıyordum. öğle saatleriydi 11 ocak 2013; kızcağız insanüstü bir özenle bandı telefonun ön yüzüne hatasız ve bir seferde yapıştırmaya çalışırken; telefona kasko yaptırmak ister miyim diye sormuştu. Nedenini hiç bilmiyorum ama o gün telefonuma kasko yaptırasım gelmişti. Geçenlerde telefonumun ekran ışığında bir tuhaflık farkedince aklıma kasko yaptırdığım geldi ve kaskonun hala geçerli olup olmadığını anlamak için poliçeye baktım. 11.ocak 2013 Aaron Swartz'ın 26 yaşında kendini astığı gün...


bazı insanlar ne tuhaf pek çoğumuzun bir ömür adasak yapamayacağımız işleri böyle yirmi yılda filan becerip sonra da eyvallah diyip gidiveriyorlar bu acınası dünyadan.

neyse bu film izlenmeli arkadaşlar;
internette var. search engine'de harcayacağınız bir kaç dakikaya bakar;
Aaron Swartz blogger camiasından vefa bekler!
filmin adı;
internet's own boy.
Filmi korsan film sitelerinden online izleyin aaron swartz ın ruhu şaadolsun.


Trailer'ı burada;


http://vimeo.com/ondemand/internetsownboy/94238859

sonra da
www.aaronsw.com 'da Raw Thought adlı bloğuna göz atmak isteyenler olur belki.
özellikle Raw Nerve başlıklı 7 yazılık seri tavsiye edilir.
Hacker la internet aktivist arasındaki felsefi farkı anlamak için...
Not; bloğuna bakınca hiç de öyle kendini asacakmış gibi durmuyor ama...
Yoksa acaba...neyse ben bişey demiyeyim artık.

16 Ocak 2014 Perşembe

Spike Jonze son zamanlarda seyrettiğim en romantik filmi yapmış;.






tekno-romantik, hazin, espirili...
mevzuyu cyborg fantazilerine nazaran daha tutarlı ve insani buldum.

filmin online linki burada...
http://www.moviezr.com/her-movie-2013-watch-online-for-free/

6 Aralık 2013 Cuma

Drifter's Pick; Ingmar Bergman'dan sabun köpüğü serisi!!!


sabun köpüğü dediysek brezilya dizisi çekmemiş tabiki; mecazen değil gerçek sabun reklamı...

sebep?

hayatta hiç bir şeye şaşırma arkadaş;
iki eski karın, bir yeni karın varsa bi de 6. çocuğun yoldaysa Ingmar Bergman olsan çekersin...

sene 1951,
usta 33 yaşında, Svidiş film indastri, hükümetin eğlence sektörü üzerine dayattığı ağır vergileri protesto ettiği için grevde...

sonuç;

jabon bris


bu birincisi;  
burada henüz ürünü tanıyoruz 'bris' şahane köpüren antibakteriyel sabun... ama asıl şenlik ikinci reklamda başlıyor; buyrun...



17. yy'da Kral III. Gustav'ın hijen namına bişey bildiği yok;
e bris yok çünkü.
çok tuhaf!





üç boyutlu filmlere kıl olduğunu okumuştum bir yerde...
bu filmde üç boyutluya gönderme var.


ve son film,
Bibi Anderson 15 yaşında; bir kalıp sabuna 100 öpücük veriyor.

18 Nisan 2013 Perşembe

o film öyle güzeldir ki...

Nomen ima'nın blogunda parçayı görünce hemen anladım;
o parçanın çaldığı sahne gözümün önüne geldi ve yine içime oturdu.

THE GODESS OF 1967 mutlaka seyredilesi bir filmdir. Bulursanız seyredin aman burun kıvırmayın. Clara Law çok iyi yönetmendir. ayrıca;



Jen Anderson tarafından yapılan film müzikleri albümü çok hislidir.
misal;

20 Mart 2013 Çarşamba


bu filmi ne diye seyrettiğimi hiç sormayın  ama çekirdek gibi bişey başlayınca bırakamıyosun işte!

13 Ocak 2013 Pazar

Drifter's pick: THE IMPOSTER

Çok başarılı film, müthiş oyunculuk, çok iyi prodüksiyon!!!
tabi bütün bu olanlar film icabıysa...


high quality stream için link:
http://gunlukfilm.com/hayat-avcisi-the-imposter-hd-izle.html

15 Aralık 2012 Cumartesi

We'll Take Manhattan


Son zamanlarda izlediğim en tatlı dönem filmlerinden biri bu...

yıl 1962,
henüz Beatles'ı kimse duymamış,
doğuştan bir titri olmayan veya doğuştan zengin olmayanın ünlü olmayı aklından bile geçirmediği zamanlar...
ve "youth culture" diye bişey yokken daha...
David Bailey ve Jean Shrimpton New York'a giderler...

film böyle başlıyor.
2012 yapımı,





bu, modaya yön veren bir fotoğrafçı ve modelin hikayesi...
ateşle barut yanyana durur mu? durur tabi...
aşk meşk bir yana...
bloody english konuşulan filmlere bayılırım zaten...
ella fitzgerald'ın sesini duyduğum filmlere de bayılırım...
ayrıca ingilizlerin casting seçimlerini de çok beğeniyorum. şu yukarıdaki fotoğrafta delici bakışlı adam yani David Bailey'i oynayan Aneurin Barnard'mış ki daha önce hiç duymadım adını...etkileyici.

gelelim Jean Shrimpton'a...
Sen Buckinghamshire dolaylarından küçük bir çiftlikten kop gel, Londra'da cornflake reklamlarında filan oyna...hanım hanımcık....
kader işte, karşısına o zamanlar yeni yetme, picasso'dan fena etkilenmiş ve geleneksel moda fotoğrafçılığının dışında bişey; yani tırnak içinde "birşey" yapmak isteyen dahi gibimsi bir genç adam,  David Bailey çıkıyor...
ama bunu vogue'da yapmaya çalışınca tabi işler öyle kolay olmuyor;
güzel bi sahnesi var Bailey'nin..şöyle diyor.

when I sae Picasso I thought,
if he could do that
you can do anything...
but,
maybe you can't
maybe I can't...

sonunda yapıyor tabii...
şöyle şeyler;







Jean Shrimpton'u oynayan Karen Gillan (ki bu ismi de daha önce hiç duymamıştım) gerçek Jean'ın gölgesinde kalmış haliyle... ama aksi mucize olurdu zaten...
çünkü Jean biraz nasıl desem;
"gorgeous" diyorlardı sanırım ingilizler.öyle yani...



filmin adı We'll Take Manhattan


http://www.solarmovie.so/link/play/1102701/
(seyretmek isteyenlere link)


  

29 Kasım 2012 Perşembe

MARLEY; WHAT IS TO BE MUST BE





2012 yapımı MARLEY filmi, yani Bob Marley belgeseli...
nefis görüntüler var.
Marley'in ilk fotoğrafı, rastasız saçları, kendisini kabul etmeyen beyaz babasının fotoğrafı, futbol oynarken ki görüntüleri (her ne kadar gencecik ölümüne sebep olsa da ölene kadar futbol oynamış Bob Marley) vuruluşunun arkasındaki sebepler, kadınlar, çocuklar, Kingston, No Woman No Cry'da geçen  Trench Town'ın o yıllara ait siyah beyaz görüntüleri...turne görüntüleri, şarkı hikayeleri, politik durumlar, Rasta Fari durumları vs. vs....
çok izlenesi bir belgesel olmuş;

full movie linki
http://www.solarmovie.eu/watch-marley-2012.html


bu da trailer: