gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum.
Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...
buradayım kapısının önünde!
hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i, brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...
önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
Yağmurluydu sabah. Tren garından meydana doğru yürüdüm;
Aslında artık hissi olarak yönümü bulabiliyorum, birilerine
sormayı bıraktım. Az çok old town’un nereye düştüğünü kestirebiliyorum. Çünkü bütün
Avrupa şehirleri aynı sistemi takip ediyor.
Ama burada başka bişey var; nerede olursanız olun
görebileceğiniz bişey;Upuzun bir
katedral kulesi…Dom Tower, Hollandalılar DOMTOREN diyorlar. İşte orada… amma
heybetli...meydan da onun etrafında olmalı.
Meydana iner inmez; biraz da hava yağmurlu ve kasvetli bugün;
aklıma çocukken seyrettiğim gülün adı
filmi geliyor, hani sean Connary’li, Jean jaques Annaud’un filmi. Ne acayip bir
çağrışım…filmi hayal meyal hatırlıyorum. Ama koku aynı, buram buram ortaçağ…
Çok karakterli bir şehir Utrecht. Burada da kanal boyu var;
amsterdam’la aynı diyeceğim ama diyemiyorum işte… başka bişey var burada…
Yağmurdan herhalde…
Bilmiyorum başka bişey!
Mimaride Gotik tarzın en meşhur örneklerinden birinin
dibindeyim. Başımı kaldırıp en ucuna bakıyorum ürkünç bir yapı. Kuleye
çıkmalıyım diyorum. Çıkılabiliyormuş çünkü…
Sadece tourist guide eşliğinde ve 10-15 kişilik gruplar
halinde… gruba dahil oluyorum. Çok sevimli bir rehberimiz var 6 çocuk 3 alman
bir ben ve 8 hollandalı 112.5 metre uzunluğundaki ve bilmem kaç on yüz küsur merdiven çıkarak ulaşabileceğimiz
kulenin tepesine doğru yola koyuluyoruz.
Tur bir saat sürüyormuş, dinlene dinlene çıkacağız.
İlk etapta kulenin yapımıyla ilgili bilgileri alıyoruz. Burası
aslında kuleyle birlikte bir katedral kompleksi olacakmış. İnşaata kuleyle başlanmış.
yapıma 1321’de başlanmış kule tam 61 yılda bitmiş. Tam da bitmiş
diyemiyoruz çünkü planlanandan sapılmış; para yetmemiş. Aslında mevzu şu; burası
dinsel olarak önemli bir merkez Netherlands’da… kule de archibishop yani baş
piskopozun güç gösterisi olacak. Öyle pahalı, öyle ihtişamlı ve aynı zamanda
öyle estetik bir yapı yapılacak ki… Kimin parasıyla?
Düşününce insanlık pek ileriye gitmiyor be! aynı alıklık
devam ediyoruz… bazıları da bugün ayakkabı kutularından kuleler yapıyor… neyse.
Kule katedralle birleştirilememiş, bir de şehir1674’de bir hortum afeti atlatmış. Acayip birşeymiş;
katedralin yarısını götürmüş diyorlar; ve pek çok evi filan… ama kuleye hiç bir
şey olmamış; hiç bir şey…insanın aklı almıyor…
İkinci etapta çan kulesine ulaşıyoruz; çocuklar çok hayran
ve çok mutlu… şunu fark ediyorum çocukları refleksif olarak heyecanlandıran ve
mutlu eden bazı formlar var ve şeyler… çan bunlardan biri kesin… burası çan
dolu bir oda… acayip bişey, irili ufaklı bir sürüler… sayamıyorum.
Hepsinin isimleri var. Rehber tek tek sayıyor; en büyük
olanın ismi Salvator. Çapı 230cmmiş. Ağırlığı tam 8200 kilo. Sesini duymak
istiyoruz;rehber grubun en küçüğünü
seçiyor; eline kocaman bir baget veriyor; var gücünle vur diyor. Böylece salvator’un
sesini duyabiliyoruz. Aslında yasakmış…
bu söyleşide Burroughs yüzyılın tanımını yapmış; sanatla ilgili olarak...
biraz deşifre edeyim;
şöyle soruyor röportajı yapan amca;
"alright lets get back to the subject of the writer.. what is the original field of the writer? what mechanisim should he consider, work on..?"
"should" burada kilit kelime.
Burroughs sazı eline alıyor.
"the word "should" should never arise." diyor önce.
hafif müstehsi bir tavırla devam ediyor; "there is no such concept as "should" with regard to the art"
sanat söz konusu olduğunda 'meli malı' diye bişey olmaz kardeşimmmm. köprü yapıyosan şunu yapmalı bunu yapmalı dersin, bu öyle bişey değil...
ve sonra yüzyılın tanımı geliyor;
"One very important aspect of art is that it makes people aware of what they know and don’t know they know"
yani şöyle demiş oluyor
"sanat insanların neyi bilip neyi bildiklerini bilmediklerinin farkına varmalarını sağlar"
sonra ettiği lafı açmak için örnekler veriyor; daha doğrusu insanların bu farkındalık mevzuuna bazen ne kadar konservatif baktığını ve bu sebeple sanatın zaman zaman hak ettiği saygıyı ve tepkiyi almadığını açıklamaya çalışıyor; Galileo, Cezanne ve Joyce'dan bahsediyor bu esnada sonra şöyle söylüyor;
"once the breakthrough is made there is a permanent expansion of awareness. But there is always a reaction of rage, of outrage, at the first breakthrough..."
"So the artist, then, expands awareness. And once the breakthrough is made, this becomes part of the general awareness."
karısının kafasındaki elmaya ateş edip kadının beynini patlatmayaymış iyimiş be!
Hobit'i kendi illüstrasyonlarıyla göndermiş yayıncıya...1936'daki ilk basım Hobit kendi çizimleriyle yayınlanmış. Basımının 75'inci yılında bir iki sene önce bu kitap yayımlanmıştı.
şöyle şeyler vardı içinde;
sonra da şu kitap yayınlandı;
onunda içinde şöyle şeyler var...
bu 1915'den "the book of ishness" kitabından bir çizim.
bunu özellikle çok beğendim. ismi "moonlight on a wood". diğerlerinden biraz farklı.
hem acayip çiziyormuş hem de acayip arşivciymiş Tolkien; çizdiği herşeyi saklamış sayfa kenarı süslerini bile...
bu arada kitabın "visions, myths and legends" bölümünde bazı enteresan çizimler var;
tuhaf kavramsal kafalar;
(sırasıyla)
wickedness, thought, undertenishness, grownupishness filan gibi
valla ayıp olacak belki ama bu yıl bitiyor diye zil takıp oynayacağım; (muhtemelen yarın bu saatlerde)
sevdiğim çok insan öldü bu yıl; hayır ölüme karşı olduğumdan değil de hani hepsi üst üste gelince...
ayrıca pek tuhaf olaylar oldu hala da olmaya deva ediyor.
mesela
soru: bir grup insanı bir parka toplar, çıkışları kapatmak suretiyle sıkıştırır; üstüne gaz sıkarsanız ne olur?
zıplamayan Tayyeap olur.
neyse bunları geçtik; Euro'nun 3'ü gördüğü günlere geldik.
kafası bozuk bir yıldı bu 2013 onun için pek sevmedim ama şöyle bir flash back yapacak olursam;
bu yıl okuduğum ve vay be dedirten üç kitap var;
- TOPLU HALÜSİNASYONLAR - Allen Ginsberg.
- İĞRENÇ ADAMLARLA KISA GÖRÜŞMELER - David Foster Wallace
- LEXİCON CORSI HAZAR SÖZLÜĞÜ - Milorad Paviç
üçünün de çevirmenine gıpta ettim okurken; ellerine sağlık.
Bu arada çok sevdiğim Leyla Erbil ölmeden önce çok mühim bir iş yaptı ve Filinta'yla buluştu.
Ahmed Arif'in oğlu Filinta.
Ahmed Arif'in kendisine yazdığı mektupları basmaya karar verdiler.
çıkar çıkmaz kitabı aldım. okurken sürekli,
Ah Ahmed Arif ah dedim durdum!
filmlere gelince; ne yazık ki filmleri seyretmekte hep geç kalıyorum; bazıları bu yılın filmleri değil ama ben bu yıl seyrettim ve görülesi filmler listeme bu yıl giren;
- THE IMPOSTER
- DİE WAND
- THE HOWL
- L'ECUME DES JOURS
şu bizim Saadet Aksoy'un da rol aldığı Penelope Cruz'un son filmi Twice Born da fena film olmamış onu da söylemiş olayım.
yılın şarkısı tabiki Daft Punk'ın get lucky'sidir. tartışmam, siz de tartışmayın.
bu yıl en çok karnımı tuta tuta güldüğüm blog post http://gasilhane.blogspot.com/2013/11/yuzyln-aday-aday-abdullah-celik.html
bu blog moral bozucu şekilde komik ve muzip yazılarla dolu; sanırım ben söylemek istediğim şeyi bu şekilde ifade ettim de anlatabildim mi bilemem. takip edilesi bir blog bunu da belirtmiş olayım.
bu yıl okuyunca harbiden şaşırdığım haberlere gelelim;
1. Drogba Galatasaray'da! haberi
2. Şu bebeğini bırakıp bayram tatiline giden anne haberi.
3. hastasının karaciğerine lazerle kendi adının baş harflerini yazdığı anlaşılan doktor haberi.
diğer ayakkabı kutusuymuş, euroymuş, falanmış filanmış... bunlara şaşırmadım tabiki.
bu yıl 5 kere belediyeyi, 7 kere zabıtayı en az 10 kere Bedaş'ı aradım, çağrı merkezi çalışanına yüksek desibelde fırça kaydım. sonuç yan apartmandaki inşaat sabah dörde kadar çalışmıyor artık, gece bir dedin mi paydos ediyor.
neyse güzel şeylere gelelim.
bu yıl çok gezdim;
bu yıl yakından görüp fotoğrafını çektiğim en muhteşem graffiti buydu ;
Belgrad'da
İsviçre'de
çok mühim bir müzeyi gezdim
Lozan'daki art-brüt müzesi
işte izlenimlerim burada;
ama en çok etkilendiğim sanatsal faaliyet şu oldu; yakından görmek içinde olmayı çok isterdim;
ama blogpost olmasa nerden bilicez?
Jee young Lee'nin 'bi dünya enstelasyonu'
şu muhteşem blogda http://pekguzelseyler.blogspot.com/2013/12/jeeyoung-lee.html
başka bişey kalmadıysa ben yatayım artık;
herkes yarın bi ara bu parçayı dinlesin kendi kendine tuhaf hareketler yaparak dans etsin derim ben!