18 Ekim 2012 Perşembe

eski tas: “FUNNY” İŞLER: MADAME TUTLI-PUTLI

çok sevdiğim bloglardan "eski tas" çok acayip bir animasyon film izlememe vesile oldu, bayıldım yazı da şahane.. bir önceki blog postunda da tel adam animasyonu var, o da nefis meraklısına duyurulur!!!


eski tas: “FUNNY” İŞLER: MADAME TUTLI-PUTLI: Bir seyahata çıktığınızda yanınıza neler almak istersiniz? Beş-altı bavul , sekiz-on çanta , sepet ler, envai büyüklükte kutu lar, saksı...

16 Ekim 2012 Salı

pardon ya kalecileri Bolton'un kalecisiymiş!!!


Milli Maç

Milli Takımda daha önce adını duymadığım insan var!
bu arada ikinci yarı gol atamaz da şu bir tane yıldızı bile olmayan Macar Milli Takımıyla berabere kalırsak  pek şaşırmayacağım.


14 Ekim 2012 Pazar

Çiçekli Şiirler Yazmak İstiyorum Bayım!


Bişeyler okuyodum, Didem Madak'ı anasım geldi..

'Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak.'
Pippi Uzunçorap

Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırküç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

'Gün akşam oldu' diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kase dolusu suyun içinde
Rengarenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır,sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarım acilen anlatmalı.

Ondört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da 'organzm gıcırtıları' oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiiler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
'Sofı'nin tercihini' seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir 'eşya toplayıcısıyım' bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kağıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir de kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.

Anonymous / HACTIVISM


belgeseli bekliyordum! İnternet'e düştü izledim.

Internet kullanıcısı olup da webin en güçlü ve en "etik" hacker kolektifi ANONYMOUS'u duymayan bilmeyen yok.  
Film de bildiklerimizin pek ötesine geçmiyor onu söyleyeyim...yine de biraz Hactivism de neymiş diyenleriniz varsa ve ilgisini çekiyorsa izleyebilir. 

yalnız bir kaç bi'şey var  altı çizilesi üstünde durulası...
çiziyorum:

"I would love to liven in a country where the government fears its citizens and not the other way around. " 

bu Hactivism'i anlamaya başlamak için güzel bir cümle.


"we know bad things going on in the dark"

Anonymous'un Mısır ve Tunus için yaptıkları gerçekten muhteşem. Mısır'da 27 ocakta internet kapatılıyor. Olacak iş değil ama oluyor. sonra Anonymous devreye giriyor. gerisini anlatmıyorum merak eden izlesin. 


"hackers make a statement about how we should treat information." 
bilgiye erişim özgürlüğüne dair Richard Stallman'ın "Free software Free Society" kitabı filmde de geçiyor. 
"society should not have owners for programs"  cümlesini almış, ama bilgiye ulaşım ve bilginin paylaşımı ve özgürlük kavramları üzerine ufuk açıcı bir kitap. 

Neden kendilerine Anonymous dediklerini neden V For Vandetta filmindeki maskeyi taktıklarını, Scientology ve Tom Keriz'e neden gıcık olduklarını , Paypal ve Mastercard'la nasıl ve niçin uğraştıklarını, INTERNAUT, HACTIVIST, LULZ filan gibi kelimelerin ne anlama geldiğini, Playstation'u nasıl hizaya getirdiklerini vs. merak ediyorsanız....trailer de burada:




13 Ekim 2012 Cumartesi

10 Ekim 2012 Çarşamba

muhteşem gif


SUGARMAN kafası/ gecenin parçası/ sixto rodriguez'in akıbeti

Bu nasıl şarkı kardeşiimmm!



şimdi itiraf edin bi'çoğunuz ilk defa duyuyorsunuz bu nefis parçayı ve Sixto Rodriguez ismini...

peki sahnede bir bidon benzini üstüne döküp seyircilerin önünde kendini ateşe veren yok yok pardon silahı kafasına sıkıp intihar eden psychodelic-rock-folk star'la ilgili bir takım söylentileri duymuş muydunuz?

Sixto (Six-toe gibi söyleniyor) Rodriguez, Detroit'te doğmuş,  Meksika kökenli bir ailenin 6. çocuğu (adı o sebeple sixto yoksa altı parmak filan değilmiş.) 1970 ve 71'de politik söylemi olan ve çoğu fakir kesimin problemlerini anlatan üstelik sözü ve müziği tamamen kendine ait parçalardan oluşan iki albüm yapıyor ki bence parçaların hepsi bomba ; her nasılsa tutmayınca sırra kadem basıyor. Aslında plakları basan yapımcılar Onunla  Dylan arasındaki paralellikten çok umutlanmışlar ama olmayınca olmuyor demek ki, bir türlü halk tarafından tutulmuyor. Fakat Dünya işte; hayatında bir defa bile bulunmadığı Güney Afrika'da  iki plak da -Cold Fact ve Coming From Reality- her tür bilboard rekorunu kırmak suretiyle kendisini bir ikona dönüştürüyor. Zimbabwe , Yeni Zellanda ve Avusturalya'da da albümleri açık arttırmalarda filan satılıyor.


sonra bir söylenti dolaşmaya başlıyor, Sixto'nun ölümüne dair.
adamı iki albümden sonra gören duyan bilen yok! Ölümü hakkında da tuhaf söylentiler var, işte biri yaktı kendini diyor birileri sahnede beynini patlatmış diyor...böyle şeyler.



sonra bir takım sivri zekalılar bu rock efsanesinin üstelik böylesi sansasyonel ve hazin öyküsü olan bir rock efsanesinin ölümünün ardındaki giz perdesini kaldırmaya niyetleniyor...işte arayış böyle başlıyor
Sonra Malik Bendjelloul diye bir adam bu filmi yapıyor. 




ya işte hikaye böyle; bu arada Sixto maaşallah sıhatte...iki dirhem bir çekirdek bir de üstüne üstlük...Hatta şimdi bu film ve hikaye sayesinde tur bile yapıyormuş, valla bizim memlekete gelirse muhakkak giderim onu söyleyeyim baştan.

işte burada da kanlı canlı "I was never lost" diye röportaj vermiş.
http://www.guardian.co.uk/film/video/2012/jul/24/searching-for-sugar-man-sixto-rodriguez-video









9 Ekim 2012 Salı

Walk The Light




London Design Festival'de yapılan bir art performance bu. Aslında tek yaptığı ısıya duyarlı ışıkla, raylı sistemi birleştirmek, yürüdükçe ışık seni takip ediyor falan. Ama yağmurlusunu yapsalardı keşke matrak olurdu...Art performance izliycem diye donuna kadar ıslanan insanlara bakıp gülerdik hiç diğilse... 

le temps de l'amour

Bu filmi de izleyin,
olmuyosa soundtrackini izleyin!
(amma film tavsiye eden biri oldum çıktım.)








bu da acayip birşey;
https://www.youtube.com/watch?v=QxRnd_ACxJo
iyi bir kulaklıkla dinleyice daha da bir hoş oluyor!  

8 Ekim 2012 Pazartesi

Biraz Francesca'dan bahsedelim;

öyle independent movies database'ini karıştırırken WOODMANS diye bir filme rastladım. biography kategorisine atılmış 2010 yapımı bir film...önce atlamayı düşündüm isim çok çekici gelmedi ama biyografik anlatımlar beni tutuyor biraz bakayım dedim.
ilk sahnedeki elinde beyaz bir kağıt tutan ve kağıdı yırtarak çırılçıplak kalan kadını görünce jeton düştü bu woodman o woodman dedim. yani Francesca Woodman. fotoğraflarına hep hayran olduğum kadın. 1981'de binanın çatısından atlayarak intihar eden Francesca Woodman...

Film yine kendimi tutamayıp tavsiye edeceğim filmlerden de;

biraz Francesca'dan bahsedeyim;

1972-80 arasında sadece fotoğraf çekmek için yaşayan bir genç kadın Francesca. 1958 doğumlu. Makinayı eline alır almaz Fotoğraf çekmeye ve fotoğrafa vurulmuş biri. Çocukken en sevdiği oyun fotoğraf çekmek ama öyle çiçek, böcek, doğa, manzara sanılmasın; çekmeyi sevdiği kendisi. Fotoğraflarında kendini model olarak kullanıyor.

 14 yaşında çektiği bu fotoğrafta elinde tuttuğu kameraya bağlı bir kablo.
 Bu fotoğraf nadir giyinik ve doğal (burası tartışılır) poz verdiği fotoğraflarından... genelde onu çırılçıplak ve hep bir mizansen içinde, kafasındaki görüntünün, hayalindeki sanatın bir objesi olarak görüyoruz.

 1975'de sanat okuluna gidiyor; sınıfarkadaşının söylediğine göre bir tek o ne yapmak istediğini biliyormuş ve yapıyormuş.

çok etkilendiğim fotoğraflarından bazıları

vitrin camının içine sıkışmış bedeni...

duvarkağıdını soydukça altından bedenim çıkıyor mu diyor? (çok sevdiğim fotoğrafı bu!)

çok sevdiğim bir diğeri...



 ve bir diğeri...(belki de en sevdiğim budur.)

böyle sürüp gider zaten öyle muhteşem şeyler çekmişki...
Neyse google images'da hepsi var bakarsınız.

bu fotoğrafları çeken birine gökten zembille inmiş muamelesi yapmadan edemiyor insan da filmde biraz daha nerde doğmuş, anası babası kimmiş (ki o da benim için tamamen sürpriz oldu pek tahmin edemezdim tahmin etmeyi denemiş olsaydım eğer) özellikle annesi kimmiş, arkadaşları, gönül durumları hakkında birazcık fikir sahibi olabiliyor... ama bu insanlar muamma doğar muamma ölür ve yukarıda saydığım çevresel aktörler ancak bir ölçüde kişiliklerinde etkilidir. 

film günlüğünü biraz karıştırıyor; şöyle şeyler yazmış mesela:

I wish I didn't waste my patience so endlessly in my living life because there is never enough left for study or play.


No!
everything is not ok!
and I don't know.
It's a matter of pride.


It shocks me that I am so obvious
I don't know what to do about it.
Perhaps a hat with a veil.


I feel like I am floating in plasma I need a teacher or a lover. 
I need someone to risk being involved with me.

en çok da şunu sevdim:

I confuse everything for myself.

sonra birgün işte yakın arkadaşını arıyor, artık fotoğraf çekmeyeceğim diyor.

filmin linki'ni yazıyorum ama üye filan olmak gerekiyor belki daha kolay yolu vardır izlemenin...

 http://www.solarmovie.eu/link/play/958237/


aynayla yaptığı işler çok etkileyici gerçekten.


5 Ekim 2012 Cuma

The Rumpus Room'dan yeni klip Lilly Allen'a

"Fuck you" diye şarkı yapan kız değil miydi bu?
bütün şarkıları sanki birbirine benziyor ama klip güzel olmuş valla.

a tale of two cities


Paris / NewYork




4 Ekim 2012 Perşembe

Dans edelim mi?







"...Böyle paranoyakça bir kurguyla karşılaştığımızda Freud'un uyarısını aklımızda tutup onu "hastalığın" kendisiyle karıştırmamız gerekir: Tam tersine, paranoyakça kurgu kendimizi sağlatma, bu ikame formasyon yoluyla kendimizi gerçek "hastalık"tan "dünyanın sonu"ndan, simgesel evrenin çöküşünden çekip çıkarma çabasıdır.  Eğer bu çöküş - gerçek/gerçeklik bariyerinin çöküşü- sürecine en saf haliyle tanıklık etmek istiyorsak, Amerikan soyut dışavurumculuğunun en trajik şahsiyeti olan Mark Rothko'nun  1960'larda, hayatının son on yılında ürettiği resimlerin yolunu izlememiz yeterli olacaktır.



(1959)



                                         



                                         




(1962- 1963)


(1967)

(1969)


                                         
(1969)

Bu resimlerin değişmez bir teması vardır: Hepsi sadece gerçek ile gerçeklik arasındaki ilişkiye dair bir dizi renk çeşitlemesinden ibarettir. Kasimir Maleviç'in ünlü resmi Zamanın Çıplak Çerçevesiz İkonu'nun geometrik bir soyutlamayla, beyaz bir fon üzerindeki basit bir siyah kareyle sunduğu ilişkidir bu. 

THE NAKED UNFRAMED ICON OF MY TIME

'Gerçeklik' (beyaz fon yüzeyi, "özgürleşmiş hiçlik", içinde nesnelerin görünebildiği açık mekan) tutarlılığını, ancak ortasındaki "kara delik" sayesinde, yani gerçeğin dışlanması sayesindekazanır. Rothko'nun son dönem resimlerinin hepsi gerçeğin (merkezdeki siyah karenin) her yere taşmasını önlemeye, kare ile ne pahasına olursa olsun onun fonu olarak kalması gereken şey arasındaki mesafeyi korumaya çalışan bir mücadelenin tezahürleridir.Eğer kare her yeri işgal ederse, eğer figür ile fonu arasındaki fark kaybolursapsikotik bir otizmm üretilmiş olur. Rothko bu mücadeleyi, gri bir fon ile tehditkar biçimde bir resimden ötekine yayılan merkezdeki siyah nokta arasındaki bir gerilim olarak resmeder (1960'ların sonundaRothko'nun tuvallerindeki canlı kırmızı ve sarılar yerlerini aşama aşama siyah ile gri arasındaki minimal karşıtlığa bırakır.) Bu resimlere "sinematik" bir tarzda bakacak olursak , yani reprodüksiyonları üst üste koyup sürekli bir hareket izlenimi verecek şekilde hızla çevirecek olursak -sanki Rothko kaçınılmaz bir ölümcül bir zorunluluğun peşinden gitmiş gibi- kaçınılmaz sona giden bir hat çizebiliriz neredeyse. ölümünden hemen önceki tuvallerde, siyah ile gri arasındaki minimal gerilim yerini son bir kez canlı kırmızı ile sarı arasındaki yakıcı çatışmaya bırakmıştır; bu çatışma hem son, çaresiz bir kurtuluş çabasına tanıklık eder hem de sonun eli kulağında olduğunu doğrular. 

Rothko bir gün New York'taki dairesinde, bilekleri kesilmiş vaziyette, bir kan gölünün ortasında ölü bulunmuştur...
O halde, gerçeği gerçeklikten ayıran bariyer, bir "delilik" alameti olmak şöyle dursun, asgari bir "normalliğin" önkoşuludur. "Delilik"(psikoz) bu bariyer yıkıldığında, gerçek, gerçekliğe taştığında ya da bizatihi gerçekliğe dahil olduğunda ortaya çıkar. (Yamuk Bakmak - Slavoj Zizek)



                                       ( Bu 1970'de yaptığı tablo ismini sick rose koymuş, genelde isim koymuyor, bu sick rose çok sevdiğim William Blake'in sick rose'una gönderme olmalı.)

O Rose, thou art sick!
The invisible worm,
That flies in the night, 
In the howling storm,
Has found out thy bed 
Of crimson joy;
And his dark secret love
Does thy life destroy.



Neyse gece gece bunalttım mı biraz? ama hep okuduğum kitap yüzünden, geçer...

olsun biz dans edelim. 




1 Ekim 2012 Pazartesi

FUTBOL KEHANETLERİ(M)


Bu Aykut bu Alex'e o rekoru kırdırmaz demiştim.


- Bu Beşiktaş bu Sivas'ı yenemez.
- Bu Aziz Yıldırım ve yönetimi gidici. (Aykut önden buyurur.)
- Bu sezon Fener'den artık hayır gelmez.
- Bu Alex en azından Sportif Direktör olarak Fener'e geri gelir.
- Kasımpaşa bu sezon çok can yakar. (Kombinesi 150 TL.)
- Bizim takım yarın Braga'yı yener.   

28 Eylül 2012 Cuma

27 Eylül 2012 Perşembe

DIKEOS TIRMANIŞI


Annem bir süredir,  mütemadiyen, beni adalara götür deyip duruyordu (diyip diye mi yazılıyordu bu yoksa?)

Neyse…

Ama mütemadiyen…

Ne adalar merakıymış kardeşim…

Neyse ben de bir program yaptım Kos, Rodos ve bir iki ufak adayı daha kapsayan bir haftalık gezi… Annemle Mikanos’a gidecek değilim tabi… ufak ufak gezeriz filan diye düşündüm.

Bodrum-Kos çok basit.
21€’yu veriyosun Bodrum kale’den hergün bir sabah bir öğleden sonra feribot ya da katamaran var. Katamaran 20 dak. sürüyor. Ben artık hiç otelde kalmıyorum airbnb’den ev kiralıyorum ama Kos’ta,  merkezdeki oteller de fiyat/performans düşünüldüğünde son derece makul.

Aslına bakarsanız adanın merkezinde pek bişey yok,  bol turist, bol tekne, sirtaki havaları falan filan… Kos’ta en güzel fotoğrafı sabah saat 7’de çektim.

Annem pek mutlu,  muradı buymuşsa demekki, erdi kadın… anneleri memnun etmek kolay zaten de;  kendimizi mutlu etmek biraz zor olabiliyor bu tip ailevi tatillerde… (Çünkü Kos’a inip şöyle bir meydan turu yaptıktan sonra Kos benim için bitmişti.)

Planlarıma göre Rodos’a geçene kadar 2 gün 2 gece buradayız;  ve burası benim için 2 saatte bitti.  Annem plajda takılırken ben de biraz Kos çalıştım ve sonunda kendi dişime göre bir yer buldum. Asfendiu,  Zia köyü; burası Kos’un 14 km. iç tarafında tamamen doğal kalmış Dikeos Dağı eteklerinde bir köy… Ev yapımı limonata ve mezeler eşliğinde muhteşem manzara vadeden bir köy diyor Google.  Hemen  nasıl giderim diye sordum aşağıdaki kafedeki garson arkadaşa.
Otobüs varmış.
Şahane.
Bayılırım toplu taşımaya.
-kaçta
-Sabah 8:40
-Ne sekiz mi kırk? Başka?
-başka yok. Var da 14:30’da ama dönüş için son otobüs 15:50’de yani o sana uymaz.
-alla allaaa! Sabah işe gider gibi gezmeye mi gidilir niye bunu makul bi saatte yapmıyorlar canım?
-dağ için.
Bu diyalog burada benim için bitmişti de aslında,  Yunanlı garsonla çene çalmak hoşuma gittiği için biraz daha anlamsızca uzattım konuşmayı buraya yazmiycam bu yüzden.
Neyse sonunda ertesi sabah tıpış tıpış 8:40 otobüsüyle yola koyuldum. 45 dakika sürüyor , güzel  de bir yol, köy denizden 500 m. yüksekte, yeşillik, şirin bir köy. Google turist yok demişti, ben otobüsten indiğimde değil turist, yerli yoktu.
Amaa…
Bilmem bin tane hediyelik eşyacı standı vardı ve bu demekti ki burası turist dolacaktı.
Ama mühim değildi çünkü burası küçücük bir yere benziyordu ve 13:30’da bir dönüş otobüsü vardı; ona binip dönerim turist akınına uğramadan Zia, diye düşünüyordum.  
Neyse önce bir panorama fotoğrafı çektim.


sonra köy evlerinin arasında dolanırken bir iki foto ,daha...






 O sırada ağaçların arasından bir alman ya da o taraflı olması muhtemel bir teyze çıktı; bej rengi bermuda şortu ve Columbia trekking ayakkabılarıyla pek bir dağcı havası vardı… Hemen kendisini takibe aldım, ancak bir ara kekik balı yüzünden dikkatim dağıldığı için onu kaybettim.Fakat hiç üzülmedim çünkü etraf gerçekten çok güzeldi ve karnım da hafiften acıkmaya başlamıştı, kahvaltı yapmaya karar verdim.


Yunanistan’da olmanın en güzel yanı da yemek konusunda hiç sıkıntı çekmiyorsun.
Üstüne türk kahvesi niyetine bir de espresso çekip, şöyle hafif tepeye kıvrılan orman yoluna saptım; 



sonra tahta bir ok ve üstünde kahverengi bir tabela gördüm Dikeos Dağı 1278m. yazıyordu. Kafamı kaldırdım ve tepesinde sisten bir hale oluşmuş meşhur Dikeos’u gördüm. Görür görmez de Dikeos’un Türkçe kökenli bir isim olabileceğini düşündüm,  “dik”, “sarp” anlamına geliyor olabilirdi. 



Dahası ok koyduklarına göre bu dağa tırmanılabiliyordu. Ok yönünde biraz ilerlemeye karar verdim. Kuşlar "gel" diyordu zaten.  Böyle bir orman yolunda henüz kimsecikler yokken yürünmez mi?  Saatime baktım saat 11 olmuştu, bir saat yürüyüş yapar 13:30 otobüsüne yetişirim dedim.  Çantama baktım, su rezervim azdı, köye dönüp su aldım ve tekrar orman yoluna daldım. 
önce yavaş yavaş, her bir ağaç dalı, börtü böcek, kozalakla dakikalar geçiriyordum, deneysel fotoğraflar filan çekerek oyalanıyordum. Yol da kıvrıla kıvrıla yükseliyordu… Sonra bir ara ağaç dallarının seyreldiği bir yere geldim ve karşımda Zia manzarası belirdi.



Biraz daha yukarıdan nasıl görünür acaba diye düşündüm.
Hızlandım.
İleride bir uç daha vardı, orada daha güzel bir fotoğraf vardı muhtemelen. Birkaç dakikada oraya vardım. Biraz da nefes nefese kaldım. Ama tahmin ettiğim gibi güzel bir fotoğraf vardı. 


Ve komşu ada da iyice ortaya çıkmıştı. Biraz da oksijenden midir nedir tesadüfi bir haz içindeydim ve hiç dönesim yoktu. 15:50ye kadar vaktim var nasılsa biraz daha burada takılmalıyım diye düşündüm.  O sırada aşağıda köyde karşılaştığım teyzeyi gördüm biraz yukarıda… O da elinde fotoğraf makinası, takılıyordu. Hemen yetiştim. Muhabbete koyulduk.  Hollandalıymış, Ingrid’miş adı. Tanıdığım ikinci İngrid’sin Hollandalı olarak dedim. Öyleydi çünkü. Kefalos’da kalıyormuş otelde. (kefalos adanın diğer ucu) O da başka bir otobüsle gelmiş onun son otobüsü 4’deymiş. “Dağa çıkmak istiyorum, dağ yolu çok düzgün açılmış, ama yetişebilir miyim bilemem” dedi. “Neden kaç saat sürer ki?” dedim. “En az 2 saat sürer” dedi  “ama ben yavaş tırmanıyorum benimkini ikiyle çarp” dedi, gülüştük. “Yukarıda zirvede çook eskiden yapılmış bir temple var, buradan görünmüyor” dedi.         
Bu ilgimi çekmişti.

Birden içimde karşı konulamaz bir zirve yapma isteği uyandı.  Ama Ingrid’in dediği gibi zirve 2 saat sürüyorsa 15:50’ye de yetişemeyebilirdim, çünkü bunun bir de dönüşü olacaktı.  Buradan Kos 14 km uzaklıktaydı, öyleyse taksiyle dönmek bir seçenekti.  Değip değmeyeceğini öğrenmek için İngrid’i ormanda bırakıp, bir kez daha köye döndüm. Köye bir otobüs dolusu turisti getirip bırakmışlardı, ne ara bu kadar insan dolmuştu burası diye düşünmeye fırsatım olmadı hemen taksi mevzuunu çözmek için davrandım. Taksinin 25€’ya Kos’a götürebileceğini söyledi, Zia’daki bir pansiyonun resepsiyonundaki kız. Mutlu olmuştum gerçekten J böyle sırıtıyordum muhtemelen.  Böylece son kez orman yoluna saptım. Ve yarım saatte ilk tepeye ulaştım.  İlk tepeye kadar oldukça düzgün bir patika açmışlar; pikapla çıkılabiliyor, ayrıca köyden kiralayabileceğiniz 4 tekerlekli turist motoruyla da gelmek mümkün buraya kadar. George’la tam da burada karşılaştık. O farklı bir yoldan karşıma çıktı, o esnada bu bahsini ettiğim araçlardan biri geldi, patikanın keçiyoluna saptığı noktada durdu. Dağa çıkışla ilgili bir muhabbet döndü,  Bu ilk soluklanma molası oldu. Araçla gelen turist, aracıyla daha fazla ilerleyemeyeceğini anlayınca geri döndü. George 65 Yaşında, Henkel vari bir Alman şirketinin chairman’iymiş eskiden, şimdi emekli olmuş, yönetim kurulu üyesiymiş hala ama artık eskisi kadar çalışmıyormuş. Üniversite’den beri dağcılıkla uğraşırmış. “Aaa ne güzel deneyimli biriyle tırmanış çok keyifli olacak” dedim. Ama ne dediğimi bilmez bir haldeydim, tırmanışın nasıl bir şey olacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu, çiçek böcek, ağaç lay lay lom  vaziyetinde hülyadaydım, daha önce bu yükseklikte bir yere tırmanmamıştım ki… Sevgili şaibeli ekspedisyon ekibi okuyorsa ne demek istediğimi anlayacaktır, zira daha önceki ekspedisyon tırmanışlarımız son derece keyfi ve lakayıttı; yorulduğumuz yerde durup dinleniyor, canımız istediğinde inişe geçiyorduk. 

yol dikleştikçe George'la daha az konuşmaya başladık, zaten O son derece bilinçli bir şekilde ritmik nefeslerle adımlarını bir ahenge oturtmuştu. Ben onun yarı yaşında olmama rağmen ondan daha hızlı değildim. Biraz önündeydim sadece. Zaten bir ritm oturtmam mümkün değildi çünkü sürekli birşeye takılıyordum. "George bak bonsai", "aa keçiye bak", "uff bu çiçek ne güzelmiş", "bu ne ağacı ola ki....?" vs.
George kimi zaman gösterdiğim yere sadece bakıyor kimi zaman bakmıyordu bile. O yokuşa odaklanmıştı.
bu şekilde belki 1 saat yürüdük, oldukça yükselmiştik.


George ağaçların 600m'den sonra yetişmediğini söyledi. En yüksek ağaçla aynı boydaydık ve tepeler artık keldi, ama bulutlara yakındık çok. 800 m. civarındayız dedi George. 

Bir süre sonra İngrid tepeden göründü; onu görünce çok sevindim, zirveyi yaptı ve döndü diye düşünüyordum. Yaklaşınca sordum. Durum sandığım gibi değildi. Ingrid vazgeçmiş dönüşe geçmişti. söylediğine göre ileride bulutlar iyice çökmüş, rüzgar dayanılmaz bir hal almış ve göz gözü görmüyormuş, İngrid yalnız başına olduğu için biraz tırsmış, ileride ne kadar yolu olduğunu da tahmin edememiş bu yüzden geri dönmüş. Bana techizatımı sordu. yedek t-shirte ihtiyacın olacak dedi, çok üşürsen zorlama, yukarıda hava çok soğuk dedi. Biraz biraz durumun ciddiyetine varmaya başlamıştım. Şimdiden t-shir'üm sırılsıklam olmuştu terden ve belime bağladığım kapüşonlu sweatshirt'ümden başka birşey yoktu yanımda. Ben Ingrid'le konuşurken George hiç durmamış, İngrid'e selam verip devam etmişti. İngrid'den gerekli malumatı alıp koştum ve George'a yetşitim. Ona nefes nefese (çünkü bir yandan tırmanış halindeydik) İngrid'in söylediklerini anlattım. Hiç oralı olmadı. Yüzünde tatlı bir gülümsemeyle dinledi fazla da yorum yapmadı.  O tabi bütün bunları ön görmüştü. Bu beni rahatlatacağına daha da kaygılandırmıştı. Çünkü en nihayetinde ben biraz tedbirsiz ve bilinçsiz hareket ediyordum. Bir ara bu işten vazgeçmem gerektiğini düşündüm. Çünkü bu tırmanış tahmin ettiğimden çok daha uzun sürecekse döndüğümde taksi bulamazsam, üstüne üstlük tepede üşütüp hasta olursam, annem beni çiğ çiğ yerdi.

ilk molada George'a bu kaygılarımdan bahsettim ve dönsem iyi olacak dedim. O zaman George araba kiraladığını, beni Kos'a bırakabileceğini söyledi. Sonra şöyle söyledi. "Management'le tırmanış arasında tuhaf bir paralellik vardır". ve anlatmaya devam etti;  Her ikisinde de kararlı, tedbirli ve formda olmak gerektiğini, belli düzeyde risk almaya hazır olmak gerektiğini, asla vazgeçmemek ve ilk kararından dönmemek gerektiğini anlattı. Ve bir de şanslı olmak başarıyı taçlandırıyordu. George ile karşılaşmam ve onun arabasıyla beni Kos'a bırakacak olması kesinlikle şansımdı. Bu yüzden devam etmeye karar verdim. 

Ama şimdi biliyorum ki George için de ben bir şanstım çünkü benden başka zirveye niyetlenen kimse yoktu.    

tırmanış tam üç saat sürdü, yukarıya çıktıkça hava buz kesti. çıkışta terden sırılsıklam olan t-shirt'ümü çıkartıp pareo niyetine taşıdığım şalı sarıp sarmalamak suretiyle t-shirt yapmak zorunda kaldım. Allahtan Sweat-Shirt'üm kapüşonluymuş, şapka, üstüne kapüşon ancak korunabildim rüzgardan. 800m'den sonrası gerçekten zorlu bir tırmanış oldu, yukarıdaki kayalar biraz dikti. Ama George'a hayran kaldım, o yaşta müthiş bir beden disiplini var.

George tırmanış ve dağlar hakkında bir sürü şey anlattı, hepsini şimdi hatırlayamıyorum ama muhtemelen bir sonraki tırmanışımda hepsini hatırlayacağım.

 


çıkarken manzara gerçekten muhteşemdi. Zirvede bulutlara dokundum. Dikeos'un tepesine yaptıkları küçük kilisenin önünde oturduk, su içtik ve fıstıklı m&m yedik. George'un İsa'yla fotoğrafını çektim.






Dağın ucundan aşağıya avazımız çıktığı kadar bağırdık. Bu çok rahatlatıcıydı. kilisenin önündeki büyük beyaz taşa birşeyler yazdım. Birşeyler işte... iz bırakmazsam olmazdı...10 dakika kalabildik tepede çoook soğuktu düşündükçe titriyorum. Ve inişe geçtik.

sonunda George beni Kos'a bıraktı, ayrılırken zirve başarımdan ötürü tebrik etti ve iyi bir yönetici olabilecek özelliklere sahip olduğumu söyledi.

Ben de OOO George you totally get me wrong! (yani Türkçesi) OOO George sen beni hiç anlamamışsın yahu! dedim.

Rodos'ta enteresan bişey olmadı, Dünyanın yedi harikasından biri olan meşhur Rodos Heykeli depremde paramparça olmuş diyorlar, muamma... ama çook güzel kumsalı var. öyle baktım durdum uzaklara. Bir de domates tatlısı yapıyorlar Kabak tatlısı sevenler mutlaka denemeli.


Bu arada yeni fotoblogum hayırlı olsun. diğer fotolar için beklerim efendim :)

21 Eylül 2012 Cuma

the challenge of my life

bugün bulutlara kadar gittim geldim. 1278 m. lik Asfendiu'daki Dikeos Dağına tırmandım. zirve tam 3 saat sürdü. Benim için inanılmaz bir deneyimdi. Acayip yorgunum hikayeyi bilahare anlatıcam ama fotoları yükledim o adrenalinle...(en azından bir kısmını.)


    ilk zirve 840m.


 
    Dikeos zirvesi 1278m. (bulutlardan pek görünmese de)

 
    400 m'den Zia köyü

 

   600m'den manzara

 
    başım dumanlı

 
    zirveden...

 
    zirve arkadaşım George : (65 yaşında, müthiş dağcı, alplere tırmanmış bir insan- o olmasaydı
    yapamazdım asla)


    keçi:  uzman dağcı yolu açan da kendisi, müteşekkiriz.

   buraya nasıl geldim, dağa tırmanmaya nasıl karar verdim, George'u tesadüfen nasıl buldum, zirvede
   nasıl donmadım ve zirvedeki 10 dakikamda ne yaptım... tüm hikayeyi en kısa zamanda anlatıcam :)  

18 Eylül 2012 Salı

yorumsuz !


ağlak salı şarkısı



                              bi de bunların albümler numaralıdır ya ...bu 10. albümdendi galiba...

17 Eylül 2012 Pazartesi

16 Eylül 2012 Pazar

cunda, şimdi...

                                                         eylülüengüzelcunda








kırmızıterliklikapıönlerivar.



hayatımdagördüğümengüzelkahve"aynalıkahve"


                                   kışınorttasındasobatütenyazınbirlimonkisormagitsin...


 
                                                         cundaşimdiengüzel



 History channel'da en sevdiğim program American Pickers; Cunda da tesadüfen gerçek bir toplayıcı buldum. Zafer Amca, bir deposu var; içi aman allaam...




                     hiçbukadardenizkabuğutoplamışbiradamarastalayacağımıummazdım.



                                                      buaynayıbanasatmasıiçinyalvardım

satmadı,  "bu mekandaki hiçbirşey satılık değil bunlar benim hayatım" dedi. "sana hediye ederdim ama bana da hediye edildi, hediye hediye edilmez değil mi?" dedi.
yemedim.
başka bir anlamı olmalı diye düşündüm.
onun yerine duvardaki balık kuyruklarından birini hediye etmeyi teklif etti.
almadım.
aynada aklım kaldı.
o bir büyüteçli ayna, ortasındaki yuvarlak ışık, arkasında düğmesi var, basınca yanıyor...fotoğrafta belli olmuyor ama çerçevesi fildişi... Bir dönem filminde görmüştüm bu aynanın aynısından...
naapalım...

                                                  son fotoğraf




                                            gelininyanındakidamadınasılkaybettiysemartık.