31 Temmuz 2012 Salı

I don't like the real!



“ Je Suis seul dans ma nacelle, Je suis prisonnier du ciel, je m'apelle Nathan, J'aime pas le reel."  ya da 
 "I am alone in my gondola, I am trapped in the sky, My name’s Nathan, I don’t like the real”







http://www.siward.free.fr/accueil.php

29 Temmuz 2012 Pazar

28 Temmuz 2012 Cumartesi

summer breeze kafası


blogunun çıktısını yayınevinden alan yazarlardan değil de çıktılardan pek hoşnut değilim, saygısızlık etmek istemem ama aynı keyifi vermiyor sanki.

27 Temmuz 2012 Cuma

belediye duası diye bişey var... la havle vela illla billla falan diye gidiyor...

24 Temmuz 2012 Salı

bugün daha bir bunaltıcı sanki bir teras partisi olsa da gitsek kafası...


Parçayı da undomundo Mehmet'in blogundan çaldım!


NAPOLI IN SEPIA



napoli'den sarı siyah kareler... 











The beauty of Urban Decay/ Napoli
-Photographic works of the Drifter-

23 Temmuz 2012 Pazartesi

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Escif farklı..


Valencia'lı sokak sanatçısı Escif inanılmaz!
Daha önce de söylemiştim Avrupa'da grafitti'de ikinci rönesans yaşanıyor. 









Fotoğrafları muhtemelen kendisi çekmiştir.
Bunlar indirebildiklerim,
Escif'in diğer muhteşem işlerini görmek isteyenler aşağıdaki linke uğrasın, hakikaten inanılmaz.



20 Temmuz 2012 Cuma


bu Lana Del Rey'in sesinde bir Stevie Nicks havası var.

19 Temmuz 2012 Perşembe

kim bu aylin?


"biri şu ağacı sustursun
akşamdan beri içip içip dutlarını dökmekte..."

demiş Gülçin Salihli
ne güzel demiş.
ben de burada gördüm.
http://mavikalemdekiler.blogspot.com/2012/07/1.html#comment-form

sinematografik minyatür


Murat Palta'nın minyatürleri...




goodfellas

godfather (buna çok güldüm)

inception yaa! katman katman çizmiş :))


feslere bak :))


tabi insanın "sebep?" diye sorası geliyor...

dikkat ruheşi çıkabilir!!!



insanın birden fazla fazla ruh eşi olduğuna inanıyorum. misal benimkilerden birine radyoda rastladım geçen... Ekim Baykara diye bir insan... kendisinin ruh eşim olduğuna inancım tam dolayısıyla bir yerde karşıma çıkarsa arkama bakmadan koşarak kaçacağım... 

18 Temmuz 2012 Çarşamba

River Phoenix vardı, nur içinde yatsın...


River Jude Bottom'du asıl adı,güzel insandı. 90'larda overdose'dan sizlere ömür...
bu fotoğrafı da Michael Tighe denilen selebriti fotoğrafçısı çekmiş.
hayran kaldım.


17 Temmuz 2012 Salı

"oturduğum yerden kreton örtülü kanepenin ucunu ve üzerinde bir kase içinde bembeyaz çiçeklerin durduğu masayı görebiliyordum. Arkasındaki duvar tavandan yere kadar kitap raflarıyla kaplıydı. Bir kurabiye daha aşırdım. Güneş dağların üzerine doğru alçalmaya başlamış, denizse onların o kül rengi donuk gölgelerinde tembel tembel parıldamaktaydı. Derken hiç beklenmedik bir anda gelen antik bir sesle , hızlı bir arpejle irkildim, radyodan ya da plaktan gelemeyecek kadar canlı bir sesti bu. Yemeyi bıraktım, içimden acaba bu defa beni nasıl bir sürpriz bekliyor diye geçirdim.

Bir an sessizlik oldu, tahmin yürütmem için zaman verilmişti herhalde. Sonra bir klavsenin o sakin ve hüzünlü sesi duyuldu. Duraksadım ama sonra bu kendi kendime kalma oyununun iki kişiyle de oynanabileceğine karar     verdim..."
BUYUCU - John Fowles


15 Temmuz 2012 Pazar

kentsel çürümüşlüğün romantizmi


"Buenos Aires  kontrolsüz ve çarpık bir şekilde büyüyor,  terkedilmiş bir ülkenin aşırı kalabalık şehri. Bu şehirde binlerce bina gökyüzüne doğru yükseliyor gelişigüzel bir şekilde…  uzun bir binanın yanında kısa bir bina, orantılının yanında orantısız,  Fransız tarzının yanında tarz yoksunu bir bina.
Bu çarpıklıklar muhtemelen bizi temsil etmekte…
Estetik ve ahlaki çarpıklıklarımızı…
Hiçbir mantığı olmayan bu binalar, kötü planlamanın eseri. Tıpkı hayatlarımız gibi, nasıl yaşamak istediğimize dair hiçbir fikrimiz yok.
BA bir mola yeriymiş gibi yaşıyoruz, bir kiracı kültürü yaratmışız.
Binalar daha küçük binalara yer açmak için giderek daha da küçülüyorlar.  Evler oda sayılarına göre ölçülüyor,  ve balkonu, oyun odası,  hizmetçi odası  ve kileri olan beş odalılarla;  ayakkabı kutusu olarak bilinen tek odalılar arasında değişiyor.  
İnsan eli değen her şey gibi binalar da birbirimizle olan farklılığımız yansıtıyor artık.
Bir ön giriş bir de arka giriş var
Ferah ve basık evler var
Ayrıcalıklı insanlar A ya da bazan da B blokda oturuyorlar
Harflar ilerledikçe apartman kötüleşiyor
Vaadedilen  manzara  ve ışık   gerçekle nadiren örtüşüyor
Nehre sırtını dönen bir şehirden ne beklenebilir ki?
Ayrılıkların boşanmaların aile içi şiddetin,
Kablolu kanal sayısındaki patlamanın iletişim eksikliğinin umursamazlığın uyuşukluğun depresyonun intaharların nevrozların Panik atakların
Obezitenin  gerginliğin güvensizliğin melankolinin
Stres ve hareketsiz yaşam tarzının
Mimar ve mühendislerin suçu olduğundan adım gibi eminim. 
intihar hariç bu rahatsızlıkların hepsi ben de de var." 

diye başlıyor film; "Medianeras", yani "Yanduvarlar"
fotoğraf gibi film çekmiş adam; Gustavo Taretto 

ben öyle filmleri günü gününe takip eden biri değilim, bu film de çok yeni bir film değil dolayısıyla...2011 yapımı galiba... mevzu bildik mevzu ama her sahne bir fotoğraf...çok beğendim dayanamayıp tavsiye ediciim... 




filmin tamamı (dublajlı) için link; http://gunlukfilm.com/medianeras-izle-2.html?postTabs=0





14 Temmuz 2012 Cumartesi

kedi postu (yok o anlamda değil!)




ve evet ben hiç kendimi kandırmayayım; kediler hususunda ayrımcıyım! kesin tekiri daha çok seviyorum.


hayattan, kendiliğinden sunduğu şeylerden ötesini beklemeyip içgüdüsel olarak güneş varken güneş, güneş yokken de her nerede olursa olsun, sıcaklık arayan kedileri örnek alana ne mutlu. Ne mutlu hayalgücü uğruna kişiliğinden vazgeçip başka hayatları seyretmekten keyif alana, duyguların kendisini değil, dış dünyada oynanan halini yaşayana. Ve nihayet ne mutlu herşeyden vazgeçene; herşeyden vazgeçtiğine göre hiç bir şeyi elinden alınamayacak, eksiltilemeyecek olana.
(F. Pessoa - Huzursuzluğun Kitabı, 232)



Kedileri Adlandırmak
Kedileri Adlandırmak zor meseledir,
Tatil oyunlarınızdan biri kesinlikle değildir;
Bir kedinin ÜÇ DEĞİŞİK ADI olmalı dediğimde
Bir zırdeli olduğumu düşünebilirsiniz önce.
Aile arasında günlük kullanılan adlar vardır öncelikle,
Peter, Augustus, Alonzo ya da James gibi,
Victor ya da Jonathan, George ya da Bill Bailey gibi –
Bütün bunlar makul gündelik adlardır.
Eğer kulağınıza şirin gelirse daha göz alıcı adlar da vardır,
Bazıları centilmenler, bazıları da hanımefendiler için adlardır:
Plato, Admetus, Electra, Demeter gibi –
Fakat bütün bunlar makul gündelik adlardır.
Ancak demem o ki, bir kedinin hususi bir adı olması gerektiğidir,
Kendine has ve daha kellifelli bir adı olmalıdır,
Yoksa nasıl dik tutabilir kuyruğunu,
Ya da yayabilir mi bıyığını, ya da okşayabilir mi gururunu?
Bu tür isimler arasında şunları yeterlice sayıyorum,
Munkustrap, Quaxo, ya da Coricopat gibi,
Bombalurina, ya da olmazsa Jellylorum –
Bu adları asla taşıyamaz bir tane kediden başkası.
Fakat bunların haricinde hâlâ bir ad daha vardır ki,
Asla tahmin edemezsiniz bu adı;
Bu adı hiçbir insan araştırması keşfedemez –
Ancak KEDİNİN KENDİSİ BİLİR, ve bunu hiç ifşa etmez.
Engin bir tefekkür içinde görürseniz bir kediyi,
Hep aynıdır, efendime söyleyeyim, bunun nedeni:
Aklı meşguldür esrimeli bir dalgınlıkla
Düşünmekten, düşünmekten, düşünmekten kendi adını:
Tarifsiz tarifli
Tarifi imkansız
Derin ve esrarlı tekil Adı’nı.

T.S.Eliot (1888-1965)
(1948 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi).
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

orijinalini de eklemeliyim yoksa içimde kalır

The Naming of Cats is a difficult matter,
It isn't just one of your holiday games;
You may think at first I'm as mad as a hatter
When I tell you, a cat must have THREE DIFFERENT NAMES.
First of all, there's the name that the family use daily,
Such as Peter, Augustus, Alonzo or James,
Such as Victor or Jonathan, George or Bill Bailey—
All of them sensible everyday names.
There are fancier names if you think they sound sweeter,
Some for the gentlemen, some for the dames:
Such as Plato, Admetus, Electra, Demeter—
But all of them sensible everyday names.
But I tell you, a cat needs a name that's particular,
A name that's peculiar, and more dignified,
Else how can he keep up his tail perpendicular,
Or spread out his whiskers, or cherish his pride?
Of names of this kind, I can give you a quorum,
Such as Munkustrap, Quaxo, or Coricopat,
Such as Bombalurina, or else Jellylorum-
Names that never belong to more than one cat.
But above and beyond there's still one name left over,
And that is the name that you never will guess;
The name that no human research can discover—
But THE CAT HIMSELF KNOWS, and will never confess.
When you notice a cat in profound meditation,
The reason, I tell you, is always the same:
His mind is engaged in a rapt contemplation
Of the thought, of the thought, of the thought of his name:
His ineffable effable
Effanineffable
Deep and inscrutable singular Name.


bir de böyle danseden adamı yanaklarından öpesim gelir!



                                          bu da işin fantazi boyutu artık!



13 Temmuz 2012 Cuma

ezop'tan değil de kayahan'dan etkilenmiş sanki...





yaz gecesi sıcaktan sanrı kafası;

işte başımı gökyüzüne kaldırıp böyle şeyler görmeyi bekliyorum, dün gece de çok bekledim...

4 Temmuz 2012 Çarşamba

28 Haziran 2012 Perşembe

why always me?

Almanya'yı tutuyorum, Almanları da hiç sevmem.
ama hissiyim ben! naapcan işte...
Pirlo'ya da hastayım... Balotelli'ye ölürüm, özellikle de şu en son benzincide "herkese benden benzin demiş" ya... idolüm kendisi. Ronaldo da gitti zaten penaltı atamadan...Bu turnuvanın tadı var mı söyleyin bana?
o zaman italya'yı tutsam mı acaba ama o zaman da İspanya'yla final oynar, ispanya yine kupayı napar yapar alırsa fena bozulurum. sevmiyorum ben barcelona'dan bozma ispanya milli takımını...sırf o yüzden Almanya alsın kupayı istiyorum. evet evet Almanya'yı tutuyorum. Kararım kesin.    


şimdi ilk yarı bittikten sonra ve canım Balotelli ikinci golü de attıktan sonra 
yok yok İtalya'yı tutmaya karar verdim...

bu balotelli cassillas'a da atar, kupayı da alır diyorum.

26 Haziran 2012 Salı

POMPEI ATEŞLER İÇİNDE...


Tumblr ya da facebook muamelesi yaptığım bloguma uzun uzun yazasım var bugün.
Baktım buralarda avare avare  dolanırken zevk-u sefa halindeki ruhum ara ara daralıyor, bir sızı, birşeyler… oturayım yazayım dedim bu akşam üstü.
Vallahi de özlemedim billahi de özlemedim memleketimi,  alsalar buralarda takılırım ömrümün sonuna kadar.
Bizim memleketin üstüne yokmuş, İstanbul 8 bin yıllık tarihiyle tartışılmaz bir numaraymış, sahillerimiz şöyleymiş, denizimiz böyleymiş, sanatımız, kültürümüz, dinimiz, imanımız allah allah diye tutmayın bizi oluyoruz ya bazan, aynı oduruma düştüm dün akşam;  “bar royale” denilen alkol satılan mahalle kahvesinde yerel halkla kaynaşıyorduk futbol izlemek suretiyle…kendimi bizim memlekete methiyeler düzerken buldum. Sonra bir utandım bu heriflerden biri -olmaz ya- kazara istanbul’a bodrum’a filan düşecek olsa hakkımda ne düşünecek acaba?  Yalancının ya da hayalcinin biri olduğumu. Gerçi ikisi de zaman zaman doğrudur.
Bugün öyle memleket havadislerine sörf yaparken cüneyt’in programını gördüm.  Zamanında Kral Abdullah’a  satılan “sevda tepesi”ne çıkan imar izninden bahsediyordu.  28 yıl önce satılmış 57 bin 140 metrekarelik koru… bu korunun suudi kralına satlmış olmasının ne kadar abesle iştigal olduğunu bırakıp kaç paraya satıldığını tartışmaya başladılar, bir ara 27 milyona mı 1 milyona mı? Fark edermiş gibi… sonra imar izninin neden şimdi çıktığı üzerine bir takım spekülasyonlar yapmaya başladılar, bu muhabbet de “eh sattık madem, kral da gelip tesis yapacak mış bari, bize ne menfaati olacak, hani okul mu yapacak van’daki depremzedelere konut mu yapılacak bu parayla’ya” bağlandı mevzu…  
Yapar tabi âlâsını yapar da… mevzu bu mu yani?   
Neyse  
Amalfi Coast denilen Salerno’dan Positano’ya uzanan sahil boyunu hem denizden hem karadan gezme şansına eriştim sonunda. Çook da öncelikli değildi benim için, Campania Bölgesi’nde ilgimi çeken çok daha başka şeyler var.  Aslına bakarsanız Amafli Sahillerinde Türkiye’den gelen biri için hiç enteresan bir şey yok, bizde ne sahiller var.  -ya da “var-dı” hatta bazıları için “var-mış-tı” diyeceğiz artık. çünkü bazılarını görmek hiç nasip olmayacak.
Vietri Sul Mare, Miori, Ravello, Amalfi, Positano hepsi birbirine benziyor ; İşte malum kalabalık turist kaynayan bir plaj, kimisinde marina ve muazzam tekneler, ufak bir sahil kasabası meydanı, hediyelik eşyacılar ve restoranlar, şıpıdık terlkili mahşeri kalabalık…






Amalfi Coast bir uçtan bir uca topu topu 40 km ama gel de arabayla gitmeye kalk. Saatler sürer, çünkü herifler tek bir kayanın kumuna, tek bir ağacın yaprağına dokunmamışlar, yol kimi yerde tek bir arabanın geçeceği kadar… sahil boyunda otel falan yok. Yapılacak desen o da yok, inşaat halinde filan tek bir yapı görmedim.  Arabayla 40 km falan gitmedik Miori’den geri döndük ilk gün. İkinci gün Salerno’dan tekneler kalkıyor Positano’ya kadar gidiyor dediler, daha makul geldi, iyi de oldu hakikaten akılcı olan buymuş. Denizden sırayla bütün kasabaları gördük, başımız göğe erdi. Tepelere baktıkça içim cız etti… bizde peyzaj peyzaj diyip duruyorlar, peyzaj öyle değil böyle olur der gibi korumuşlar memleketlerini. 




Capri’ye de bir sinirlendim.  Saat 5’e kadar kalabiliyorsun çünkü. Seni geri götürecek son tekne 5’de kalkıyor. Gece de kalayım dersen otelde kalacaksın ama yer yok, olsa da banka hesabımı boşaltacaklardı zaten.  Zaten beşe kadar caprinin tadı yok; capri diyince hani o keten gömlekli lofer ayakkabılı baş döndüren yakışıklı italyan erkekleri anlatılır ya…hani umrumda olduğundan değil de… babalar turist adadan çekildikten sonra meydana çıkıyorlarmış. Böyle bir duyum aldım… eh gecesine kalıp bir limonçello içemedikten sonra öğlen sıcağında capri’de ne işim var dedim gitmedim capri’ye filan.  Hayatta da gitmem gururlu insanlarız evellallah…
Neyse asıl anlatacağım başlığımdan da anlaşıldığı üzere Pompei arkadaşlar… Şimdi bu Pompei’ye gidicem diye gözüme uyku girmiyor birkaç gündür desem yalan olur. Hakikaten turistik muristik ama şu lavadan kaçamayıp taşlaşan adamları görmeden gitmek de istemiyordum. Pompei hakikaten belgesellerde de gördüğümüz gibi çok iyi korunmuş bir arkeolojik zone. 






Arkolojik çalışma gerçekten takdire şayan çünkü yer zemininden çok aşağıda bir çalışma yapıldığını görüyorsunuz,  şehrin üstü belki bir değil birkaç kere kaplanmış olmasına rağmen nekropoli denilen kısımın bu kadar muntazam ortaya çıkarılmış olması büyük başarı. M.S. 79’da Vezüv patlayınca hatta günü de belli 24 Ağustos; şehir lavların altında kalıyor, tam 2 gün sürmüş patlama… sonra 1748’e kadar kayıp… tesadüfen keşfedilmiş filan diyorlar, olur mu büyük çalışmalar yapılmış bulmak için. Ayrıca biraz da aslına uygun yeniden toparlamışlar anfitiyatronun basamaklarını filan… orada rehber anlatıyordu kulak misafiri oldum, “sadece 4 basamak orijinal diğerleri sonradan yapılmış” diyordu.     Oysa bizim Aspendos’ta Efes’de kıralı var yine aynı hesap üstelik bizimki orijinal…

(mesela burada görünüyor beyaz mermerler orijinal gerisi sonradan yapım.)


Pompei koca şehir gez gez bitmiyor, bir de sıcak, yandık kavrulduk…ama köşebaşlarında çeşmeler var, su değil şerbet akan… pet şişelerimize doldurup doldurup içtik, saçlarımızdan döktük. Bir saat öyle ağzı açık ayran budalası gibi dolandıktan sonra tek amacımız şu lavlardan kaçamayıp taşlaşıp olduğu yerde kalmış ve yaklaşık 2000 yıldır olduğu yerde ölümsüzleşmiş olan bedenleri  bulmak oldu. Ama ara ki bulasın, sormadığım turist kalmadı…”gördünüz mü, buldunuz mu? Ne tarafta olabilir?” onlarca değil, yüzlerce turist var etrafta, hepsinin elinde kameralar, kitaplar, haritalar… Almana sordum, Amerikalıya, ispanyola, italyana… kimse görmemiş bilmiyor, bir Amerikalı amca “onlar buradan götürülmüş Napoli’deki büyük müzeye koyulmuş olmalı” dedi.   Pompei’yi dört değil ondört döndük. Nekropoli’yi yani “ölüler şehri”ni  bulduğumuzda saat 5 olmuştu. 







Tam beş saattir en az 35 derece sıcağın altında yürümüştük. Umutlarımız da tükenmişti.  Sormadığımız kimse kalmamıştı ve kimse tatmin edici bir cevap vermiyordu, işin kötüsü “yok” da demiyorlardı. Sonunda biraz serinleyebileceğimiz bir ağaç altı görüp, bir sigara içip çıkalım dedik.  Nasıl anlatayım böyle hafif bir yokuşun ucunda bir ağaç nekropoli’ye tepeden bakıyor…  gövdesine sırtımızı yasladık. Bir iki dakika geçmemişti 20li yaşlarda bir İspanyol çift birbirlerine pet şişeyle su fışkırtarak aşağıda belirdi. Öyle salak salak oynaşıp şakalaşıyorlardı. Bir ara kızın elinden pet şişe fırladı oğlanın alnını sıyırdı, kız bu hareketin biraz densizce bulup kaçmaya başladı, oğlan da peşinden koşmaya… ve birden kız “Hiii” diye irkildi. İleride telle çevrilmiş kiremitle üstü kapatılmış kümes diyeceğim tuhaf kaçacak ama hakikaten kümes gibi görünen şeylerin önünde kalakalmışlardı. O an orada olduklarını anladım, Emre’ye “buldular” dedim. Hemen intikal ettik. Hakikaten tesadüfen bulmuşlardı.  Hayat gerçekten tesadüften ibaret… bütün gün ayaklarımıza kara sular inmek suretiyle arayıp bulamadığımız bedenleri iki zıpçıktı sayesinde bulmuştuk. Bu da böyle bir anımız oldu işte.  
Fotolar da burada…



                                                           



Kesinlikle saklıyorlar, çünkü görülmesi neredeyse imkansız bir yerde duruyor ve bulundukları yeri gösteren hiçbir tablea veya işaret yok. Sanki Pompei’de turistik anlamda gösterilenlerin dışında bırakılmışlar. Bu anlaşılabilir bir şey. Bu gördüklerimiz sonuçta heykelleşmiş olsalar da insan bedenleri.  Oradan taşınması mümkün olmayan bedenler, taşlaşmış ve toprağa kaynamışlar.  Bu nasıl bir kaderdir. Sonsuza kadar orada olacaklar. O hava koşullarında, anfitiyatronun basamakları yok olmuşken 2000 yıldır orada yatıyor olmaları nasıl bir mucize? İnsan yaşadıkça nelere şahit oluyor dedim kendi kendime…