resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
resim sanatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2020 Pazar

günün tablosu; yıldızlı gece ve ciara kasırgası





günlerdir fırtınayla uğraşıyoruz. Kiera kasırgası çok acayip. Bisiklet kullananlar için alarm geldi. Haberlerde duydum. çocuklara yaşlılara ve 45 kilonun altındaki insanlara bisiklet yasak, fırtına geçinceye kadar.  sosyal medyada şöyle ilanlar görüyorsunuz:
- bahçemden çocukların trambolini uçtu; bulan mesaj atsın;
- 38x65 cm ebadında köpek klubem kayıp!!! (allahtan köpek icinde değilmiş.)
- yarın 7 buçukta is başı yapmam gerekiyor beni walwijk merkeze arabasıyla atabilecek olan var mı?

yollarda ağaç dalları hatta gövdeleri.
gibi gibi...
şenlikli yani.

bu fırtına aklıma Van Gogh’un Yıldızlı Gece tablosunu getirdi. O resme her baktığımda yıldızdan çok fırtına görüyorum ben nedense.


biliyorsunuz sonunda bir kulağını kesmeye varan çıldırış surecinde Van Gogh’cugumuz  Saint-Paul-de-Mausole delirmişler sanatoryumunda  kalıyor. Dediklerine göre bu manzara odasının penceresinden gördüğü manzara. Bu manzarayı resmettiği;  özellikle de resmin soluna doğru yakın plan çizdiği göğe uzayan çalılığı resmettiği 20 kadar resim varmış. Kardeşi theo’ya şöyle yazmış bir mektubunda, oradan çıkarıyoruz :   "I can see an enclosed square of wheat . . . above which, in the morning, I watch the sun rise in all its glory.
Bir keresinde de (1-15 haziran 1889) şöyle yazıyor.  "This morning I saw the countryside from my window a long time before sunrise with nothing but the morning star, which looked very big” 
Bi araştırılıyor ki; 1889 baharında venus gercekten görülebileceği en yakın ve de parlak haliyle o bölgede görülmüş. 
Aslında buraya kadar fazla enteresan birşey yok. Ne var yani? ressam adam oturmuş camın önüne venusu çizmiş diyeceksiniz. 
yok öyle degil. 
içlerinde tek noktrun olan bu manzarayı resmettiği 20 resimden hiç birini o odada çizmemiş. Sanatoryumdan çıktıktan birkaç ay sonra pek bi manzarası olmayan giriş katındaki atölyesinde  çizmiş. Görünen o ki fiziken dışarıda olsa da zihnen hala sanatoryumdaki odasında.


2 Şubat 2020 Pazar

Günün tablosu + genel geyik

Otterlo diye bi köy var bu Hollanda'da. 2400 kişinin yaşadığı bir köy. Hiç bir özelliği yok, Kroller-Muller Müzesi dışında. Adı sanı pek duyulmamış bu müze hiç de yabana atılmayacak bir koleksiyona sahip.
Öncelikle, öyle bir iki tane değil, epey bi van gogh var. Müzeye ismini veren Helene Muller de ilk van Gogh toplayıcılardan zaten. Alman bir fabrikatörün kızıymış. Avrupa'da hatırı sayılır sayıda sanat eseri toplayan ilk kadınlardan. Meşhur Potato-eaters ve cafe teras at night la birlikte van Gogh'un akıl hastanesinde çizdiği ciddi sayıda karakalem çalışması sergileniyor.  Bununla bitmiyor; müzede, sentetik kübizm akimının ilk örneklerinden olan  picasso ve George Braque'ın gitarları (picasso'nun violini de) var. Daha meraklıları için Seurat, Metzinger, Signac, Juan Gris, Mondrian vs.vs. 
Bir de heykel bahçesi var ki, baharda pek keyifli olur. Geniş bir alana yayılmış epey heykel var. Gerçi ben tek bir tanesini görmek istiyordum, onu da göremedim çünkü bakım çadırının içinde kalmıştı. Jean Dubuffet'nin jardin d'email'i. Baharda restorasyon bitince bi daha gidicem. 

Neyse gelelim günün tablosuna. 

Odilion Redon'un tepegözü. Bu tabloyu çok etkileyici bulduğumu söylemeliyim. 

Polyphemus ve Galatea efsanesini bilmeyenler için özet geçeyim; polyphemus poseidon'un tek gözlü (kiklop denilen ki bunlardan üç tane var) canavar oğlu. Bi su perisi olan Galatea'ya aşıktır.  Kikloplar aslında keçi koyun çobanlığı yaparlar ve dağ eteklerindeki mağaralarda yaşarlar. Homer'e bakılırsa yamyamdırlar. Odysseus'un denizci arkadaşlarını çerez yapıp hüpletmiştir, muhabbet esnasında. (Yamyama koyun emanet etmek de nasıl bi kafaysa artık ) neyse mevzuyu dağıtmayalım. Polyhemus da bu tek gözlü canavarlardan biri; ama Onun aşkı mitolojideki ilk kur yapma hikayesidir. ay çok tatlı; Galatea'ya her gün peynir, süt vs ne bulursa getirerek gönlünü çalmaya çalışır. Ne var ki Galatea da Akis'le takılmaktadır.(Akis yani eko.) polyhemus bu meşki kıskanır ve akis'in üstüne kayalar atarak onu paramparça eder. Böyle. Biraz acıklı sonu kabul.  


Tabloya gelince; Kayayla ezme kısmına varıncaya kadar tepegözun ne yasadığını anlatıyor. Tuhaf duygular uyandırıyor insanda inanın. Galatea çiçeklerin içinde sereserpe yatarken zavallı polyphemus dağın arkasından ona görünmeden; o tek gözüyle hem kızı seyrediyor, hem de onu aslında bizden, yani tabloyu izleyenlerden koruyor. Galatea'ya göz kulak oluyor. tablonun onunde dururken o ürkek ama tehditkar bakışı hissediyorsunuz. O tek göz resmen size göz dağı veriyor. Tablonun renkleri ve sahne öyle şiirsel ki sizi de bir rüyanın içine alıyor. Tüyler ürperten bir tablo yani.   

 
 
bu tablo kadar beni duygulandıran bir diğer olay, Sergen'in Beşiktaşa teknik direktör olarak dönmesi. 20.000 kişilik imza töreni filan. Çok güzel oldu bence. 
ayrıca dünkü Trabzon fener maçı pek keyifliydi. Sörloth'u bizim takıma istiyorum. Altı buçuk milyonmuş opsiyonu. Falcao'nun bir yıllık parasıyla Sörloth'u alabilirdik yani. Yeri gelmişken nerde o Falçao bugün? sakat mı? hiç şaşırmam.

Bu arada en sevdiğim Ryan Donk'un gölü de geldi felaket tellalığı yapmayayım efendi gibi maçı seyredeyim bari.


13 Ocak 2020 Pazartesi

Günün tablosu: Doktor konsultasyonu





bu tabloyu ve ressam Godefridus Schalcken'i yeni keşfettim.
bu tablo Lahey Mauritshuis'da. 

Tablodaki gözü yaşlı genç kadın hamile. Elinde idrar numunesi tüpünü tutan doktor sol eliyle ben ne yapayım sonuç pozitif diyor.  Muhtemelen çocuğun babası ortada yok. Solda oturan kız babasının yüz ifadesinden,  yumruğunu sıkışından ne kadar kızgın olduğunu anlayabiliyoruz. 
pekiii
tablonun sağ kösesinde bize doğru; gözümüzün içine direkt bakan çocuğun el işaretini fark ettiniz mi?
ablam ayvayı yedi mi diyor?
şaka değil yemin ederim.
müzede bunu gördüğümde şok geçirdim resmen!
tablonun yapılış tarihi 1660.

Muzip Schalcken'in bu doktorla pek çok anısı olmuş anlaşılan, bir kaç sahne daha çizmiş ama en kralı bu bence!






  

14 Kasım 2019 Perşembe

ANCAK ABSURDE YELTENEN İMKANSIZIN HAKKINDAN GELİR.

John Biden’in oğlu ukrayna’da ne haltlar karıştırmış falan... bize neyse? Bugünlerde gündem bu ya: illa merak edicek drifter!
Donald Duck amcanın impeachment mevzusu...
Biraz gerçek fox biraz gerçek Cnn izliyorum,  tuhaf tuhaf şeyler fark ettim bu iki kanal arasında. Bir kere Fox alenen Trump’çi, Cnn açık muhalif o kesin.
Reklamlar çok enteresan geldi bana.
Mesela CNN’de dikkat çekici sayıda zenginlere yönelik sağlık hizmeti, tedavi, özel klinik filan reklamı var. Zor hastalıklar için özel tedavi reklamının televizyon kanalında yayınlanması aslında biraz sinir bozucu ve tahrik edici. Yani düşünsenize; adam mesela hasta; veya ailesinden biri hasta. ama dar gelirli ve tedavisini sigortadan karşılamak zorunda ve o özel klinikte yatamıyor, o tedaviyi alamıyor ancak standart tedavi uygulanıyor o da iyileştireceksin mi belli degil filan. Televizyonda gördükçe adamın gece gece siniri bozulmaz mı?  öbür kanalda da tam tersine mide sancısı hapı reklamı var. Gece hamburgere yüklenip midesi gaz yapmış dar gelirli Trump taraftarı adam için herhalde... Amerika kopmuş gidiyor yani... Impeachment hadisesinde henüz bir malumat edinemedim işi sulandırdıkça sulandırıyor demokratlar. Impeachment kelimesinin icindeki şeftaliden olsa gerek. Aksam kuşağı yorum programında Nagehan’ın amerika versiyonu olan kadının saçının balyajı nefisti yalnız hakkını vermem lazım.


neyse onu bunu bırakın da cumartesi çok güzel müzeye gittim onu anlatıcam.
M.C. Escher (böyle yazınca da rapçi ismi gibi oldu, komik oldu.)

hani elin kendini çizdiği karakalem resim vardır ya... İste onu çizen grafik dizayncıların ilahi kabul edilen Escher.



Müze Den Haag’da 'Inci küpeli kız'ın sergilendiği Mauritshuis müzesine 150 m uzaklıkta. Herkes Vermeer görmek icin Mauritshuis’a hücum ediyor ama bence, bu müzeyi kaçırıyorlar. Müthiş bir deneyim inanın. Escher’in ağaç uzerine oyduğu detaylar, litografiler inanılır gibi değil  insan işi değil. en azından normal insan işi değil bildiğin deli işi.

mesela woodcut çalışmalarından ikisi:






ama asıl infiniti takıntısı meşhur!





sonsuz merdivenler, merdivenden inip sonsuzluğa karışan insancıklar.
80’lerin bilgisayar oyunu grafiklerine ilham olduğu açıkça görülüyor.

ve bir de denizle gökyüzünün birbirine karıştığı; dolayısıyla balıklarla kuşların içiçe geçtiği, gerçeküstücüsülerle muhabbet eden, 'lucht en water’i var.


 Daliyle kapışacak işleri de var, misal:



Biraz da kendisinden bahsedeyim müzenin girişindeki hediyelik eşyacıda bir kitabi karıştırdım azıcık. 
birkere tipik Hollandalılardan bir takım farklılıklar gösteriyor kişiliği,  onu söylemeliyim. 
enteresanlık çocukluğundan başlıyor. Ufakken hastalanıyor.  1900’lerin başı. Özel eğitim alacağı bir okula gönderiliyor. Ama notlar berbat,  matematik geometri nanay. bi resim super. sınıfta da kalıyor. bundan bisey olmayacak herhalde deyip marangozun yanına çırak veriyorlar. Yaa kader iste ağaç oymaya orada öğreniyor. Ama ne oymak.
1920’de Amsterdam yakınlarında Haarlem’de Mimari ve dekoratif Sanatlar okulu’na kaydoluyor. Orada çizim ve ahşap isleri filan öğreniyor. 
zaten 1920’ler sanatın bir takim kavşaklara geldigi: virajlar aldığı yıllar.   

Aklı dışarda, daha dogrusu güneylerde. Akdeniz’de... excursion modasına kaptırıyor kendisini. Hanimi da alıp Italya’ya uzuyorlar.  Zaten litografların yüzde 90’ında italyan ve ispanyol hatta daha spesifik olarak endulus etkisi var en ince ayrintisina kadar amalfi’yi oymuş falan. 


gelelim sanat camiası tarafından biraz üvey evlat muamelesi görmesi;  görmezden gelinmesi mevzuuna:
onun perspektif oyunlarını sevmiyorlar, simetriyle asimetriyi bir arada kullanışını, ayna icinde ayna obsesyonunu, dışbükey görüşlerini...
biraz ağar kaçtığını düşünüyorlar butun bu matematikselliğin sanata. 
hatta şöyle bir cümleyle ifade ediliyor bu burun kıvırış:

his works have been thought too intellectual and insufficiently lyrical. 

 fazla entellektüel ve şiirselliği (lyrical’dan bahsettiği şiirsellik olsa gerek)yetersiz!!!




neyse Italya’da Mussolini donemi ve faşist düzen belli bir noktadan sonra sanatında grafiğinde olan etliye sütlüye karışmayan allahın Hollandalısı bir insani bile hayatından bezdirdiğinde (9 yaşındaki olguna Ballilla denilen faşist bir organizasyonun üniformasıni giydirmeye kalkınca okul yönetimi) 'hadi hanim toparlan’ diyerekten Hollanda’ya geri donuyor. 

hiç para sikintisi çekmemişler fayans işi yapmış ünlü köşklere filan. 






Müzede kendisinin ve ailesinin fotoğrafları da vardı. Ince adammış ağzından sigarası da hemen hemen hiç düşmüyor.


 bir de ‘demiş ki’ yapayım size son olarak.

Only those who attempt the absurd will achieve the impossible. I think it's in my basement... let me go upstairs and check.


ANCAK ABSURDE YELTENEN IMKANSIZI BASARIR. SANIRIM BODRUMUMDA OLACAK,  BEKLEYIN BI ÜST KATA BAKIP GELEYIM.















25 Nisan 2019 Perşembe

günün tablosu ve bir alıntı ; Las Meninas üzerine


Theophile Gautier, Velazquez'in Las Meninas 'ını ilk kez gördüğünde , 'tablo nerede?" diye haykırmaktan kendini alıkoyamamıştır.
İlk bakışta , tablo basit bir konuyu işlemektedir. Kralın beş yaşındaki kızı infante Margarita, nedimeleri (las meninas) ve soytarılarıyla çevrelenmiş olarak tablonun ortasındadır. En dip tarafta , saray nazırının silueti görülmektedir ama biraz daha yakından ve daha dikkatle bakılınca , tabloda başka kişilerin de olduğu fark edilmektedir. Dip duvarın üzerinde bir ayna vardır ve aynadan İspanya Kralı IV. Felipe ve Avusturyalı kraliçe Maria-Anna'nın görüntüleri yansımaktadır. Ve ressamın bizzat kendisi, üzerinde çalıştığı tuvalde bize ters dönmüş olarak görülmektedir. O halde, resmi yapılan kimdir, kimlerdir? Tablonun adının belirttiği gibi , nedimeler mi, küçük prenses mi, yoksa Kral ve kraliçe mi? Tablonun mekanı nerededir? Ressamın çalıştığı atölyede mi yoksa Kral ve kraliçenin bulunduğu yerde mi? Acaba iki tablo mu vardır? Biri gördüğümüz diğeri de görmediğimiz ama yapıldığını anladığımız. Asıl tablo hangisidir? Öte yandan kral ile kraliçenin durdukları yer, aynı zamanda bizim de , seyircinin de durduğu yerdir. Las Meninas , bakanın bakılan olduğu ve tablonun kişilerinin arasına katıldığı tek resimdir. ayna kral ile kraliçenin görüntüleriyle birlikte bizimkini de yansıtmak durumundadır. 



Böylesine bir tablo , bilgiyi bir kerede ebediyete kadar verilmiş sayanları, eğer anlarlarsa , altüst edecek bir ele alış tarzına sahiptir. Bilginin bayrak yarışı gibi birikimli ilerlediğine inanan kişiler bu tabloda sadece nedimeleri göreceklerdir. 

Mehmet Ali Kılıçbay,  1993   (Kelimeler ve Şeyler ; İnsan Bilimlerinin Bir Arkeolojisi  - Michel Foucault   sunuş yazısı'ndan)


16 Eylül 2018 Pazar

Bahçeler, kediler ve başka bisürü şey!


Nereye varacağı belli olmayan bir patikanın ortasında bir kadın. Mevsim bahar, doğa renk cümbüşü... aksine siyahlar içindeki bu kadının bir elinde kağıt, bir elinde kalem. Kalem tutan eli havada ve bilinmeyen bir yere bakıyor; sanki yabani çiçeklerin bittiği kara ormana doğru... ilhamı orada bulacağını düşünür gibi...hatta sanki bulmuş gibi... Ve tabi çeşme ayrıntısı. Kadını yolundan çeviren asıl unsur.  'water of life/hayat suyu' Insanoglunun hayatta kalma , yaşama arzusunu sembolize eden Farsi kökenli -Rumi nin en çok kullandığı- meşhur metafor. Çeşmenin aynısının tıpkısı Cau Ferrat müzesinde...

Bu tablo bir Rusiñol arkadaşlar; ismi  'Alegoría de la Poesía' yani 'şiirin alegorisi'

Santiago Rusiñol  Barcelona'lı ressam-şair-ehlikeyif. Katalan modernizm akımının öncülerinden. Genç Pablo'yu en çok etkileyenlerden biri olduğu söyleniyor gerçi Picasso'nun etkilenmediği ressam yok o ayrı. 
Bahçeler, bahçeler... elit kesimden kadınlar (kendi çevresinin insanları... sonuçta hali vakti yerinde bir aileye doğmuş ) güneşli günler... hep pozitif bir sembolizm. Hayat ona güzelmiş gibi görünüyor.
Bir tablosu var yalnız; adı 'morfine' ! Morfin bağımlısı bir kadını yatakta çizmiş gerçekten etkileyici.  

Barcelona'ya 35 km uzaklıkta Sitges kasabasındaki hem evi hem atölyesi olan Cau Ferrat'ı 1893'de 'Güzellik tapınağı' ilan ediyor. 3. Geleneksel Modernizm festivali esnasında şu sözlerle;

 “the harmony the soul seeks so eagerly; it is the beauty the spirit dreams of; it is the perfumed essence that rises up like incense from the very depths of matter and takes the form of a cloud that envelops the heart of man [...] When beauty awakens, it opens the doors of the day; when it falls asleep, it lights up the stars in the sky; when it passes, the clouds know; they follow it majestically to the beyond, to the chariot of dawn or the beautiful farewell of the sunset. When it stops, it spouts poetry and sings random songs. When it dreams, all the poets dream, when it weeps, all souls tremble; and when it prays, man falls silent, the wind falls silent, the voices of the forest fall silent; and the windows to glory half open and the angels kneel"

Şair adam tabi olcak o kadar.
Cau Ferrat 1933'de public museum olarak halka açılıyor.

Sitges kasabası hakkaten şahane bir kasaba; Festivalleriyle ünlü. En önemlisi Film festivaliymiş; ekimde oluyormuş bu yıl kaçırmış oldum.


Nefis bir plajı var; falan, gezilesi bir yer. 

ama asıl Rusiñol ile ilgili başka bir yerden bahsedeceğim ben. Barcelona'ya ayak basıp oraya gitmezseniz hatırım kalır. 

Binsekizyüzlerin sonlarında Barcelona'ya yolu düşüp 'nerededir buranın ehlikeyifleri, yok mudur sohbeti güzel? diye' soran kişiye tarif edilen adres Casa Marti'nin giriş katı 'Els Quatre Gats' cafe, cabaret, bar işte ne derseniz. Barcelona modernista akımının şekillendiği bohem, sanatçı ne kadar ehlikeyif varsa toplanıp yiyip içtiği uğrak noktası. Katalanca '4 kedi' manasında ama bu bir Katalan deyimi. Marjinal, değişik, bohem insanlar için "a few people" manasında kullanılıyor.  Hani biz de deriz ya 'şunun şurasında üç beş kişi' diye... 

Buradaki 4 kedi'den biri Santiago Rusiñol. Oradan bağlanıyoruz. Fikrin hayata geçmesi ve sonrasında da hayatta kalabilmesi için sermayeyi koyanlardan başlıcası.
Fikrin babası ise Pe' Romeu; kafenin sahibi ve Kedilerden ressam, şair, yazar filan olmayan tek kişi. Ama işte fikir öyle güzel ki bir sanat akımının bir şehre doğmasına vesile olmuş.  Zamanında Paris'teki Le Chat Noir'de çalışmış.  Oradaki ortamın kralını yaparım ben Barcelona'da demiş ve Rusinol'la Ramon Casas'ı kafalayıp Meşhur Mimar Cadafalch'ın binasının giriş katına açmış cafeyi.



Duvarında Ramon Casas and Pere Romeu on a Tandem isimli şu resim var.


Sağ köşesinde şöyle açıklıyor: 'bisikleti sırtın dik süremezsin' yani iyi bişey büyük bişey yapmak için biraz farklı bir çaba, biraz ağrıması, geleneğin yıkılması gerekir baabında.

Yıl 1897, cafe açılır açılmaz ilgi odağı oluyor tabi sonuçta Barcelona küçük şehir duyan geliyor. Acayip bir sanat ortamcılığı, o şekil vur patlasın çal patlasın!  yemeklere gelince vasat diyelim ayıp olmasın ama içki kalite. Kimler geliyor kimler geçiyor kimler oturup kalkamıyor aklınız durur. Picasso 17 yaşında takılmaya başlamış mekana öyle diyeyim. sokağın başındaki afişi ona tasarlatmışlar, hala duruyor.  Böyle sürüp gidiyor bir dönem tatlı hayat ama 4 kedinin dördünde de para kazanma kaygısı olmadığından ve aaaa o bizim bilmemkimin kardeşi, aaaaa bu benim atöylede genç asistan parası az, aman Santiago'nun Paris'ten arkadaşı gelmiş yok Ramon bundan hesap almayın dedi derken cafe batıyor tabi...


Bunlar sergiydi, dergiydi biraz birşeyler denkleştirmeye çalışıyorlar ama nafile... o hayata can mı dayanır? Romeu batınca cafe de kapanıyor. Adamcağız tüberkülozdan ölmüş. Rusiñol ardından şöyle dokunaklı birşeler yazmış (yine):

«that picturesque place, full of dreams, which frightened the artisan; those pictures on the walls that the girls of the house could not go to see because they liked them too much; that smoke of pipes that made the parishioners of the house drunk of ideas; friend, who you deserve you it, sleep in peace. You had only made the good, and you do not have sorrow of leaving! Yes, we will miss you, and in you we will miss a period in the one that the fantasy made us live».

Yaa işte böyle. 
sonra İspnya İç savaşı herşey herkes bir yana savruluyor filan...
70'lerin sonlarında üç gastronom girişimci bir araya gelip 4 cats cafe'nin kapılarını yeniden açıyorlar o gün bugündür  aynı adreste bir tarih yatıyor. 


bu da 4 kedi kitabından bir sayfa Romeu'yla ilgili bişeyler anlatıyor herhalde Katalanca.




1 Temmuz 2018 Pazar

'Neydik ne olduk!' diye diye driftin’ in Barcelona!

Valla deniz-güneşe doyulmuyor! Barcelona 90’larin Turkiyesi gibi. Medeni! şen şakrak! her bakımdan cennet izlenimi veriyor. ( bu arada insan iç çekiyor neydik ne olduk diye.)  Amma! aynı zamanda aklı bir karış havada (burada da halkı bağımsızlık davasına uyutuyorlar), vurgunculuğa müsait,  bağımsızlık  derken faşizmin ayak seslerini duyamayacak kadar kavak yelleri kafasında bir Barcelona. Gelecekten geliyorum, bu saadet çok uzun sürmez görünüyor.  Ama Katalanlara (kadın, erkek, çocuk) hayranım. Gerçekten tatlı, kaliteli insanlar. (Izmirlilere benziyorlar biraz -90 ve öncesinin izmirlilerine ;b

Kendimi halk plajından ve deniz mahsülleri tapaslarından alabilirsem bu hafta; belki bir iki bina görür; mimaride art nouveau akımını yerinde idrak ederim; şu  'deli midir nedir’ diye arkasından konuşulan dahi Gaudi’yi iyice bi anlamaya çalışırım diyorum.

Bu arada o kadar da boş gezmiyorum. Gittim, çok kral bir retrospektif sergi gezdim.

Lita Cabellut.
Hala hayatta olan en beğendiğim ressamlardan biri. Ressam; şair vs. vs. Tam manasıyla sanatçı işte.
size de kıyağım olsun serginin 7 dakikalık videosu mevcut.
drifter proudly presents!



Enteresan bir kadın; özel bir hikayesi var.
1961’de küçük bir Aragon kasabasında -aslında çingene köyü diyebiliriz- doğmuş. 12 yaşına kadar Barcelona’da sokakta yaşamış, dilenmiş orda burda... sonra hali vakti yerinde bir Katalan aile tarafından evlat ediniliyor ve şansı dönüyor. Madrid’deki Prado Muzesine götürmüşler; orada Goya’yi görmüş vurulmuş.
Yetenegini fark etmişler ve sanat okuluna göndermişler. Böyle de insanlar var dünyada işte.
şimdi Hollanda’da yaşıyor. Büyük ölçekli portrelerde geleneksel fresk tekniği ile modern yağlı boya tekniğini kendine has biçimde - taklit edilemez şekilde- birleştirdiğini söylüyorlar sanat eleştirmenleri. Ben baktığımda gerçekten söyleyecek sözü olan biri yapmış bu resimleri diyebiliyorum.

size bir şiirini çevireyim: ('statement’ başlıklı)


Eğer fırça darbelerim konuşamasaydı;
gördüğümde bir perspektif yakalayabilmek icin
ayaklarım ileri veya geri bir adım bile atamasaydı
Eğer kafamda, çelişki ve şüphe hüküm sürüyor olmasaydı
gülüyor ağlıyor olmasaydım
beyazla kamaşmıyor, maviyle aşka gelmiyor olsaydım
ne yalnızlık, ne yalnızlık
olurdu bana kalan!



hybrid photography diyorlar; enstallasyon materyalini üc boyutlu efekt yaratacak sekilde fotoğraflıyor; bu da kendi yarattığı bir teknik 

6 Haziran 2018 Çarşamba

Herkesin cehennemi kendine!

Robert Rauschenberg’in ‘1958-60 Dante Çizimleri' ortalığa saçılmış, nispeten yüksek çözünürlüklü. Ancak idrak edebilmek icin Dante okumuş olmak yetmiyor maalesef; Altmışlı yılların; -Bin dokuz yüz altmış- mevzularına da hakim olmak gerek çünkü diyip parantez açıyorum: - büyücek bir parantez olacak ocakta yemeği olan varsa...
hatta zaten olay parantez onun için kapatmayabilirim de....

Rauschenberg kim?
Andy Warhol’dan bir adım geri at; Rauschenberg orada. Pop-Art’a önayak olmaktan sorumlu....

daha çok 'de Kooning tablosunu silen adam' olarak ün yapmış bir sanatçı, grafiker falan filan... Oysa Canyon (1959) çok muhteşemdir; yakından görmüşlüğüm yok ama görsem bayılırdım. Google’dan sorun derim. Sonra bir 'Yatak' tablo’su varki sanat tarihi kitaplarımdan birinde görmüştüm çok etkileyici bulmuştum.



Silme mevzuna gelirsek; o doğru.
Hakkaten bir Willem de Kooning tablosu satın almış ve silmiş.
Niye yapmış böyle bişeyi?

Yaa iste bunlara Neo-Dadaist diyorlar. Bi garip adamlar bunlar... Jasper Johns falan...

Neyse,
Fotoğrafın üstüne resim çizersen veya resmin üstüne ciklet kağıdı yapıştırırsan; bir ambalajın üstüne başka bir nesne kondurursan; artık o,  senin eserin mi olmuş oluyor tartışmasını bir garip noktaya çekiyoruz:

Başkasının yaptığı bir tabloyu silersen artık o senin yaptığın bir tablo olur mu?

Bal gibi olmuş bak! Altında kimin adı yazıyo?


soru o değil akıllım :b
Bir sanat eseri bir başka sanat eserini silmek suretiyle yaratılabilir mi?

önemli olan bunu yaparak ne statement ortaya koyduğun. Dönem o dönem statementsız sanat sanat değildir donemi!  mesela demiş ki: The artists job is to be a witness to his time in history! Inferno’ya buradan bağlanıyoruz.

Bi rivayete göre de feci kötü bi tabloymuş de Konning’in yaptığı! Kendisi vermiş silsin diye...


Dante diyorduk;

bak şimdi aklıma geldi anlatıyım.
bu Dante’yle ilgili hiç unutamayacağım bir lise anım var benim.

Edebiyat dersindeydik; Cahit Sıtkı’nın şiirindeki o dizeyi şöyle okudu bizim arkadaş:

Dantel gibi ortasındayız ömrün.

Hoca 'Dante' oğlum deyince;
'ben de yazım hatası yapmışlar düzelteyim dedim' diye üste çıktı bizimki.
Haberi yok garibin Dante’den falan.  Sınıfın bir kısmınınsa allahtan duymuşluğumuz var- gülüyoruz karnımızı tuta tuta.

Birden arka sıralardan sinsi bir soru geldi:
Herşey 'Hocam şair burada neden Dante gibi ortasındayız ömrün diyor?' sorusuyla başladı ve acayip bir tartışma alevlendi aslında arkadaşın değil, hocanın cehaleti sebebiyle.

Soruya dikkat!

Hoca da herkes gibi Ilahi Komedya'yı tabiki okumadığı ve de Dante hakkında son derece yüzeysel bilgi sahibi olduğu için,  danteli de düzelttiğine bin pişman- lafı geveleyerek; Dante’nin Ilahi Komedya’yı 35 yaşında yazdığını ve orada 35 yaşın ömrün yarısı olduğunu söylediğini filan zırvaladı.  Bir sınıf otoritenin bir anlık boşbulunmasını yakaladığında ne olursa o oldu.  Gırgıra başladı sınıf. Kimisi dedesinin 80 yaşında babaannesinin 50 yaşında öldüğünü söyleyerek aklınca böyle bir genelleme yapılamaza getirdi.  Kimisi kafiye bulamamış Dante demiş ; Dantel dese daha mantıklı olurmuş; dantel sonuçta masanın ortasına koyulabilir birşey diye mantığı sulandırdı... yani bi dolu rezillik.

Sonradan öğrendik Tarancı’nın neden dantel değil de Dante dediğini o mısrada.

Dante 1265 doğumlu: Ilahi Komedya'yı 1307’de yazıyor yani 35 yaşında değil. Ama ilahi Komedya şöyle başlıyor:

Nel Mezzo del cammin di nostra vita mi ritrovai per una selva oscura; 
yani
Hayat yolumuzun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum.

35 yaşında olduğunu söylemiyor ama; Cahit Sıtkı bunu nerden çıkartıyor?
yaa Cahit Sıtkı okumuş demekki Ilahi Komedya’yı önsözüyle birlikte; Ana Britanica’dan bakıp öğrenecek değil ya.

Olay şu : Dante 1300 yılında yani tam 35 yaşındayken Papa’nın düzenlediği jübile yılına katılmak icin  Roma'ya gider. Jübile yılı da 00; 25 ve 75le biten yıllar. Bu yıllarda papa günahları bağışlıyormuş.
ilahi komedi!
İşte aslında Dante’nin Ilahi Komedya’da anlattığı cehenneme seyahati, bu Roma seyahatinin alegorisi. Dante orada bu seyahatle olgunlaştığı ve ortamları, mevzuları sorgulamaya başladığını anlatıyor. Insan ömrünün yarısında bi cehenneme gidip gelirse diyor... gerisini tamamlayın artık.

Rauschenberg’den bahsedecektim nerelere geldik? Ama baştan uyarmıştım.

Bahsettigimiz Dante Drawings adı altında 34 çizimlik bir seri.  34 çizim Ilahi Komedya'nın en meşhur bölümü olan Inferno’nun 34 kantosu’nu yorumluyor. Çizimlerine koyduğu isimler Ilahi Komedya’nın  John Ciardi 1954 ingilizce çevirisindeki başlıklarla örtüşse de resmedilen Rauschenberg’in kendi cehennemi! Illüstrasyonlarda John F Kennedy, Richard Nixon filan gibi figürler göze çarpıyor. Daha pek çok figür var ama bilemiyoruz anlayamıyoruz; bu komedyayı anlamak icin klavuz lazım.

Düşünelim nedir ortam?  Savaş sonrası delilik; insan haklari hareketi; cinsiyet ve cinsellikle ilgili kaynamalar; anti komunist paranoya vs. Tabi çok muhafazakar bir donem olduğu düşünülürse meramını biraz üstü kapalı anlatmak akıllıca olmuş.




son bir Rauschenberg alıntısıyla bitireyim bu yazıyı istiyorum ilginç bulan gerisini internetlerden araştırsın öğrensin.

demiş ki;

Screwing things up is a virtue. Being correct is never the point. I have an almost fanatically correct assistant, and by the time she respells my words and corrects my punctuation I can not read what I wrote. Being right can stop all the momentum of a very interesting idea!

yani

işleri sıçıp batırmak iyidir; mesele hiç bir zaman doğru olmak olmadı. Bir asistanım var mesela; fanatiklik derecesinde düzeltme hastası; ne zaman imla hatalarımı cümle düşüklüklerimi  filan düzeltse yazdığımı okuyamıyorum. Bazen doğru yapmaya çalışmak çok iyi bir fikrin momentumunu bozabilir.
Bırak dağınık kalsın.


34 ilustrasyon da bu linkte incelenebilir. Afiyetle !
https://www.rauschenbergfoundation.org/art/series/dante-drawing



“From there we came outside and saw the stars” 
― Dante AlighieriInferno


13 Nisan 2017 Perşembe

gördüğüm en güzel suluboya resimler bunlar olabilir!




Elicia Edijanto Endonezyalı bir ressam ablamız. kendisi sadece siyah beyaz arası tonları kullanarak sulu boya yapıyor;  Ben ki sulu boyadan pek haz etmem bu resimlere hayran kaldım.
“My subject are often children and animal because they are honest, sincere, unprejudiced and unpretentious,”
demiş bir röportajında. 







web sitesinde gerisi mevcut her biri birbirinden şükela...

25 Ocak 2016 Pazartesi

Vermeer tablolarının ardındaki sır perdesini tesadüfen öğrenen Drifter soluğu Lahey’de alır!

Lahey Ocak 2016,
Hava dışarıda eksi 10 derece hissediliyor.



Allah hissettirmesin diyerek  donmadan meşuuur  Dudok cafe’ye giriyorum. 
Abartacak bişey yok aslında, Ankara’dan sıcak;
“Trabzonda kar sebebiyle maç ertelenmiş, sen neden bahsediyorsun?” derler adama… Ama söyleyeyim bu Beşiktaş’ın lehine olmadı, hep Fenere yarıyor bu işler valla içim el vermiyor.
Neyse,

Dudok Cafe’de sıcak apple pie yemeyeni dövüyorlarmış bilginize.

Niye buradayım hemen söylüyorum: Meraktan.

Geçenlerde tesadüfen süper garip bir şey öğrendim; Johannes Vermeer’le ilgili.
Hani şu meşhur “İnci Küpeli Kız” tablosunu yapan ressam; (Scarlet johanson desene yahu diyenleriniz olabilir.)  
Bu tablo şimdilerde Kuzeyin Mona Lisa’sı kabul ediliyor. Tahminen 1650’lerde yapılmış. (Tahmin ,çünkü tam tarihi belli değil.) 17.yy Hollanda’nın altın çağı. Sanat almış yürümüş zaten. Ama Vermeer konusu biraz muamma.

Şimdi yukarıda ismini zikrettiğim zaaatı muhteşemin oynadığı filmi seyreden arkadaşlar “oo biz biliyoruz o muamma değil artık, kızla ressam arasında aşne fişne varmış” diyecekler. Her ne kadar sanatın magazinsel kısmı da en az sanat kadar beni can evimden vuruyorsa da bu sefer durum öyle böyle değil. Hakkaten çok şaşırtıcı anlatacaklarım.
Birincisi, söylüyorum: tabloyu gördüm!  Küpe kesinlikle inci değil; metalik bişey; ama mevzu bundan çok daha önemli.

Johannes Vermeer gerçekten ressam mıydı değil miydi?
Soru bu!

Şu tablolar İnci Küpeli’den sonra en çok tarzını yansıtan tabloları Vermeer’in… Gözünüze takılan bir şey var mı?











Johannes Vermeer 17. Yüzyılın ortalarında Lahey’e 15 dakika uzaklıktaki Delft’te yaşamış hayatı boyunca. Amsterdam’ın miniği gibi bir şehri Hollanda’nın; onun gibi kanallı filan. Porselen işçiliğiyle ünlü. Hatta şu Hollanda porselenlerindeki lacivert’e “delft mavisi” deniyor.  

View of  Delft


Mauritshuis müzesinde bu tablonun sergilendiği odaya girerseniz hemen anlayacaksınız; odada sanırım 5- 6 tablo daha var, ama gözünüz başka hiç birşeyi görmüyor. Çünkü bu tablo canlı gibi. Fotoğraf gibi diyeceğim dilimi ısırıyorum.

Neyse;

Johannes Vermeer’in özelliği tablolarındaki ışık ve renklerin mucizevi şekilde gerçekle birebir olması; Hatta yok artık insan evladı bunu nasıl çizer dedirtecek kadar. 
Bu nasıl bir görme kardeşim?

Leonardo Da Vinci zamanında şöyle buyurmuş;

“The surface of every object partakes of the color of the adjacent object” yani şunu demek istiyor; bir nesnenin rengine yanındaki nesnenin rengi etki eder… ışık, tonlar ve gölgelerden bahsediyor. İşte Vermeer tablolarında şaşırtıcı olan bu tonların birebir gerçeği yansıtması hatta bazıları gözün göremeyeceği tonları ortaya çıkartıyor.

Normalde bir ressamın tekniğini incelemek için tutulan kayıtlara bakılıyor; büyük ressamların çoğunun çıraklık döneminden ustalık dönemine kadar teknikleri, stilleri kağıda dökülmüş. Kimden el aldıkları, kimleri eğittikleri etkiledikleri belli.  Ama Vermeer tam bir muamma.  Resme ne zaman merak saldı, kimden eğitim aldı, fırça tekniğini kimden öğrendi bilinmiyor. Onunla ilgili bilinenler; babasının resim alıp sattığı, dolayısıyla da pek çok ressamla yiyip içtiği... Ama bu öyle aynı sofrada oturarak kapılacak bir stile benzemiyor.

Aynı dönemde yapılmış diğer tablolara bakınca fark piksellerde; bu piksel çeşitliliği o dönem için biraz fazla değil mi?

Bir diğer gariplik; resimlere dikkatli bakarsanız hep aynı oda ama farklı mizansenler. Sanki Vermeer her bir resim için başka bir sahne kuruyor ama nedense hep aynı odada… Yer karoları ve pencerelere dikkat edin.

İşte tam bu noktada şüpheler size o soruyu sordurmak üzereyken Tim Jenison devreye giriyor.

O da kim?

Drifter proudly presents! 


Tim Jenison dünya üzerindeki sayılı değişiklerden biri… Çok meziyetleri var, saymakla bitmez; zamanında bu meziyetlerin bir tanesini para kazanmak için de kullanmış ve paranın gözüne vurmuş. Para çok olunca abuk sabuk ne varsa yapmış şimdi de yapacak başka bir şey kalmayınca kafayı Vermeer’e takmış. Diyor ki; “mümkünatı yok!  Vermeer bunları öyle kafadan ya da bakarak model kullanarak çizmiyordu; teknolojiyi kullanıyordu. Ben de aynısını çizicem göreceksiniz."

Neee?

1650’lerde ne teknolojisi?

Ama doğru biliyor musunuz?

O dönem Delft’te yaşayan meşhur biri daha var. Adı  Anthony van Leeuwenhoek. Mikroskopu bulan amca Vermeer’in komşusu.  Buyur burdan yak.

Tim jenison’a göre Johannes Vermeer tabloları Camera Obscura, Camera Lucida ve iç bükey/dış bükey ayna kullanarak çiziyodu. 

Leeuwenhoek’in tasarladığı mercekler tam da “music lessons” tablosundaki halının dokusunu çizebilmek için kullanılmış olmalı.
Yani fotoğraf makinesi yokken o eldeki imkanlarla fotoğraf çekmeye çalışıyordu. O bir ressam değil bir fotoğrafçı olmak istiyordu aslında.  

Bunu nasıl yapıyordu size anlatabilirim ama yazması uzun olur.
Tim Jenison amca bu filmde çok daha güzel anlatıyor. Gerçekten dumur bir durum.


Link burada iyi seyirler!

http://putlocker.is/watch-tims-vermeer-online-free-putlocker.html

ya da

http://www.solarmovie.sk/external.php?title=Tim%27s+Vermeer&url=aHR0cDovL3d3dy50aGV2aWRlby5tZS82YzUwcWN0NGtncmU=&domain=dGhldmlkZW8ubWU=&loggedin=0