rene magritte etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
rene magritte etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ocak 2023 Pazar

pazar şarkısı ve hikayenin devamı



...

O nefesi bırakmak istemedi bir an ve neredeyse tüm hücrelerinde dolaştırdı. Mevzu dönüyor dolaşıyor Valensiya’ya bağlanıyordu bir zamandır. 


insan hayal etmeye başladığında hep bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal ederdi.  Durduğu yerde başka bir varoluş hayal edenler de vardı muhakkak ama kendisi onlardan değildi.  Onun varoluşuyla ilgili bir derdi yoktu. Sadece varoluşunu bulunduğu mekana oturtamıyordu. Zaten insan hayal etmeye baslamışsa biraz kulaç atmalı, açılmalıydı. Bunu düşündüğü anda geçen yaz, o çocukluğunda her denize girdiğinde rahatlıkla bir iki sefer yüzüp geri döndüğü dubaya ulaşmaya çalışırken ne kadar teklediğini, en az iki kez sırt üstü yatıp dinlendiğini hatırladı ve biraz canı sıkıldı. Her geçen sene ciğer kapasitesi düşüyordu. Hayalperestlerin muhakkak göz önünde bulundurması gereken bir meseleydi bu durum. 

‘stepne ciğer’ diye geçirdi içinden. Bu metaforu bir yerde kullanmıştı sanki daha önce. 


Bulunduğu yerden başka bir yerde olmayı hayal edemediği bir gün gelecekti muhakkak…  Ama o gün geldiğinde deniz kenarında olmak istediğini biliyordu.  

 

şimdi yaşadığı şehri de  bir zaman hayal etmişti. Magritte müzesinde ‘Le joueur secret’ tablosununun karşına geçip uzun uzun film izler gibi tabloda resmedilmiş sahneyi izlediğinde hayal etmiş olmalıydı ilk defa Bruksel’de yaşadığını. Orijinal Magritte’lerle aynı şehirde yaşıyor olma fikri ona güzel bir hayal gibi görünmüştü o zaman. Orada yaşarsa, ne zaman içindeki boşluk hissi bulantıyla yüzeye tırmanmaya yeltense gider bir iki Magritte tablosuna bakar, harika bir şiir okumuş da  karın boşluğundan bir kuş havalanmış, o da ruhunu kıpırdatmış  gibi bir anlam bulurdu varoluşu. 

İki seneyi geçmişti yerleşeli Brüksel’e. Oysa ancak bir iki defa gitmişti Magritte müzesine. İki yılda üç defa belki. Kendisini her yolunu kaybettiğinde bir Magritte tablosunun önünde trans halindeyken hayal ettigi günleri hatırladı ve kendiyle dalga geçer gibi güldü içinden. 


Valensiya başkaydı ama. İddia ediyordu Valensiya’da olmak başka olmalıydı. Görür görmez aşktı Valensiya. Güzel bir tesadüftü. Kaderin yolunu kaybettiği yerdi. Varoluşuna aradığı Neverland, hayal-mekandı.   


Sebep mi? dedi kendi kendine. Eş zamanlı olarak başının üstünde oval bir hayal baloncuğu belirdiğini görürdünüz o an ona bakıyor olsaydınız. 


Ah Valensiya…

‘Nasıl da melodik bir fonetiği var bi’kere’ diye başladı sıralamaya sebepleri. 


Güzel sanatlar müzesi bedavaydı ve şehrin rahatlıkla ulaşılabilir bir noktasındaydı. 

Bir iki Velazquez bir kaç nadir Goya tablosunu da içeren mütevazi ama fena bir koleksiyon sayılmazdı. Müzeye girmeden köşedeki pastaneye uğrar o çok sevdiği chorizolu mini kruvasanlardan alır, Goya’nın suluboya ‘birdirbir oynayan çocuklar’ tablosunun önünde müze gorevlisinden gizli gizli ne güzel yerdi chorizolu mini kruvasanlarını. çıkınca da hemen parka sapar ve El Carme’ye kadar parkın içinden yürürdü. Oturmayı sevdiği bankı boş bulursa bir on dakika işten çalar, sabah güneşini alırdı. Boş değilse El Carmeye doğru devam eder, ertesi güne bırakırdı.


Valensiya, her mevsim güneşliydi ve şehrin içinde ne zaman isterse suyun üstünde sırt ustu yatıp güneşten gözlerini kaçırarak  öylece sürüklenebileceği harika bir deniz vardı. insanın işten çıkıp, veya dükkanını kapatıp deniz kenarına yürümesi ve havanın kararmaya başlamasını denizde idrak etmesi ne büyük hazdır diye düşündü. Bunu daha önce de Barcelona için düşünmüştü. 

 

Evet Barcelona’ya da bu yüzden görür görmez aşık olmuştu ama insan bir kere aşık olacak diye bir kaide yoktu. 

Lord Henry olsa hemen şöyle derdi: 

‘you will always be in love with love. 

A Grande passion is the privilage of people who have nothing to do. ‘


Valensiya’dan ve Watton’dan sıçrayan düşüncesi hemen C’yi buldu yine. Hiç görmediği mektup arkadaşını.


Aslında Valensiya’ya yerleşme hevesinden bahsetmediği bir allahın kulu yoktu günlük hayatında, ama herhalde sadece C onun orada yaşayan halini, kendi hayal ettiği şekliyle tahayyül edebiliyordu. çünkü bu gerçek olana kadar bir hayaldi ve ancak hayal mahsulu biri, birine bu hayalin bir gerçekliği olduğunu savunabilirdi. C icin kendisi tam da böyle hayal mahsulü biriydi.  Bir roman kahramanı misal, size bir hayalinden bahsediyorsa ona inanmamak gibi bir seçeceğiniz yoktur. 

Bütün romanlarda, filmlerde aslında hayal mahsulü karakterler size hayallerini anlatırlar ve siz de okur veya dinlersiniz; o karaktere inanır onun o hayali gerçekleştirebilmesini umarsınız.

Hayalini inandırabildiği tek kişiydi C.


‘Henüz.’ Diye geçirdi içinden. 


Ben oraya bir taşınayım ‘sıcağına dayanamazsın’ diye burun kıvıran bütün eş dost sıraya girecek ziyarete gelmek için…    


okuduğu blog yazısından bir paragraf  hatırladı.   


Ailesinden veya eş dosttan uzakta yaşadığı için değil;  

ona dokunan, aynı şehirde yaşasaydı bile artık ‘hadi çık sahilde bi yürüyelim demek isteyeceği tek bir arkadaşının olmamasıydı. 

O paragrafı okuduğu esnada arkadaşlarını tek tek düşünmüştü. Hepsiyle tek tek gece sahilde yürüdüğünü. Olmadı. Hiç biri sahneye uymuyordu. 


Mektup sırası C’deydi. Yeni mektubu alır almaz bu paragraftan bahsetmeye karar verdi. Şöyle yazabilirdi.  


‘Istanbul’da olsam bin tane insan var hala arkadaşım dostum vs diye. Bir tane numunelik yok gecenin bi körü uykum kaçtı hadi çık yürüyelim biraz diyebileceğim. Abartmıyorum bir tane yok yani. Gece uykusu kaçan arkadaşım da yok zaten. Herkes maşallah mışıl mışıl uyuyor.’ 


Gidip bilgisayarını açtı ve bu cümleleri yazdı. Sonra yazdıklarını okudu. Ve kendine acıdı. 

Patetik! dedi. insan gerçekten ihtiyaç duyduğunda çıkıp iki satır sahilde yürüyemediği bin tane insanı ne demeye doldurur etrafına diye hayıflandı.


 Kimseye bu kadar patetik görünmek istemezdi aslında. Laptopun kapağını indirdi bir hışımla. Ve hemen akabinde bir önceki anı geri almak istercesine tekrar kaldırdı. önemli olan ne kadar patetik görünse de meselenin özüydü.  Ekran henüz kararmamıştı. Belki bu cümlelerin ardına birşeyler eklerse, espirili, şakacı, muzip birşeyler…daha az patetik hissedebileceğini düşündü. Ama aklına birsey gelmedi. Henüz mektup da gelmemişti zaten. Kapattı ve yeniden salona, pencere doğru ilerledi. Meydan iyiden iyiye boşalmıştı. Yemek saati yaklaşıyor, meydanın köşesindeki durağa yanaşan otobüsler yavaş yavaş daha az insan indiriyordu semte. 


Hikayenin başı icin tık

27 Mart 2015 Cuma

Bugün hayatımda ilk defa gerçek bir Oskar Kokoshka gördüm!

 Rotterdam’da önemli bir müze var bilen bilir adı “Boijman” 
niye mi önemli?
çünkü yok yok içinde.  
Cezanne mı ararsın, monet mi , mondrian, Picasso, dali, maggritte, rothko, van Gogh, Rambrant, Boch, Rubens  vs. vs. yok yok.  İnanlmaz bir müze. İnsanın gözleri faltaşı gibi açlıyor; hiii o da varmış bu da varmış diye…
Gezerken sürekli nasıl koruyorlar  bu müzeyi dedim durdum, insanın soyası gelir yani o derece… baştan çıkarcı…

Müzenin hikayesi çok duygularımı sömürdü söyleyeyim.

Babanın biri, (hii çok ayıp!, ne amiyane oldu hiç öyle denir mi?) adam gibi adammış demek istiyorum yani,  Franz Boijman adında bir avukat kendi koleksiyonunu bağışlamak suretiyle müzenin temellerini atıyor. yıl 1849! Sonra ona bir diğer baba, George von Beuningen katılıyor, o da bağışlıyor bağışlayabildiği kadar.  Bu iki yüce gönüllü adamı örnek alan diğer bazı Hollandalı zenginler de müzeye epey bişey bağışlamışlar sonra… zaten öncülük edilince gerisi geliyor …

Bizim büyük babalar da evlerinde köşklerinde saklıyorlar Fikret Muallaları, Şeker Ahmet Paşaları, Abidin Dinoları filan… çok anlamsız, çok bencilce buluyorum bunu da neyse başka bişeylerden bahsedicem aslında.  Topu topu beş şey.  

Birincisi; oskar kokoschka gördüğüm için öyle mutluyum ki…

İkincisi şu tablo


Bu bir George Hendrik Breitner. Tablonun adı “the earring” yani küpe. 1893’de yapılmış. öyle etkileyici ki. Dakikalarca bakabilir insan. Aynaya yansıyan yüz çizmek ne kadar zordur düşünebiliyor musunuz? Resimdeki aynada başka bir resim daha var ve inanlmaz. Çok görülesi bişey gerçekten.

Üçüncüsü bu;


Önce yapıldığı tarihi söylüyorum: 1560.

Enteresan olan şu; o tarihte doğa resmi çizmek diye bişey yok. Ressamlar doğa resmi filan çizmiyorlar; resim çizmek, çizdirmek çok pahalı bir lüks; sadece kontlar, lordlar, krallar filan ressamlara sipariş usulü resim çizdiriyorlar; o da işte kendilerinin karılarının çocuklarının filan resimleri. Kimse aman bir ressam tutayım da şu antreye bir göl resmi çizsin ferah ferah bakarız demiyor yani.
İşte onun için bu ressam mühim.

Cornelis van Dalem.
Bu yetenekte, ustalıkta bir ressam ve pastoral çalışıyor.
Nasıl mı?
 E, çünkü kendisi çook zengin bir soylu ahahaahaha…
zevk için resim yapıyor yani; ne isterse onu çiziyor. Çok iyi değil mi?

dördüncüsü; 
geçen sene Brüksel’deki Magritte müzesine gidip orada bulamayınca biraz olsun hayal kırıklığı yaşadığım “La reproduction interdite” işe bak bu müzede çıktı. Başka birkaç tane daha Magritte var. Ama bilirsiniz Magritteseverlerin gönlünde bu tablonun yeri ayrıdır.



Son olarak size kafkanın evini takdim edeyim;


1938 tarihli bu tablonun ismi The Doctor’s visit (Kafka’s House)/ Doktor Ziyareti, (kafka’nın evi).

Pazargünü ressamı diye bişey duymuş muydunuz? Öyle deyince şimdi aklıma şu TRT’de beş dakkada nehir kıyılı, bahçeli dağ evli manzara resmi çizen kabarık saçlı amca geliyor, allah rahmet eylesin vefaat etti yakınlarda. Neyse yok bu Hendrik Nicolaas Werkman öyle değil. Werkman’ a Pazar ressamı diyorlar çünkü, sadece Pazar günü resim çizermiş. Kafka da yakın dostu olurmuş. Bu tablodaki ev de gerçekten Kafka’nın eviymiş. Doktor ne alaka hiç anlamadım ama Kafka’nın evinin duvarının kırmızısına ve ormana bakan balkonuna bakar mısınız?

15 Mart 2014 Cumartesi

Rene Magritte yazı dizisi #3 ; Magritte'e giden süreç


Georgette’in bu portresi 1921’de yapılmış; sanki hocaya sunulacak bir resim ödevi gibi… Allahtan altına imza atmış. Georgette Berger o zaman 19 yaşında, ressam araç gereçleri satan bir dükkanda tezgahtar; babası kasap! 1922’de evlenene kadar ilişkilerini herkeslerden saklıyorlar; özellikle kasap babadan…

En son Construal kavramına değinmiştik;

Örtme, kapama, önüne geçme perdeleme vs…
Şairane bir durum bu.
Kendisi de söylüyor bunu; “the function of painting is to make poetry visible.”( Yani resmin fonksiyonu şiiri görünür kılmaktır.)
Müzede hemen hemen her tablonun önünde bunu hissettim; iyi bir şiir okumuşum gibi…
Onu bu kadar etkileyici yapan figüratif dile çok hakim olması ve kullandığı metaforlar… algımıza oynadığı oyunlar, ezberimizi bozmaya yönelik.

Geştalt psikolojisinden bahsetmek istiyorum; bu, bilme sürecinde algının rölü üzerinde duran bir psikoloji kuramı; yani literatüre biliş psikolojisi diye geçmiş cognitive psychology’de, görsel algının 
rolü üzerine bazı yasalar koymuşlar;
Temel soruları şu:
Neden gördüğümüz şeyleri bu şekilde görüyoruz?
Neden algısal deneyimimiz kaotik ve tutarsız değil?
Cevap:
Düzen evrensel organizasyon prensipleriyle birlikte gelir. Görsel dünyayı bir mantığa oturtmak için zihin kural koyar. Yani, it has to make sense.

Bu kurallar şunlar oluyor:


Şekil zemin ilişkisi; algıda seçicilik, yani dikkatin yoğunlaştığı obje şekil, diğer yüzeyler zemindir. Zemin arka plandır. Şekil arka plansız olmaz. Magritte’se bu yasaya hadi ordan diyor; mesela Endearing Truth’a bakalım;


"the endearing truth"



şekille zemin konusunda zihnimiz tamamen başıboş kalmış durumda. It doesn’t make sense at all. Şekil ve zemin sürekli iç içe geçiyor. Tek bir background olması gerekirken birden fazla… gördüğümüz herşey başka bir şeyi örtüyor.


Açıklık ve Tamamlama; bir imaj ya da form yarım veya eksik de olsa zihin onu tamamlar. Yani figürün bir kısmı perdelense ya da önüne bişey gelse de zihin onu tam olarak algılar ve oradaki varlığını bilir. Şimdi Carte Blanche’ a bakalım;

Magritte bu örtme işlemini nasıl yapmış;

Ağacı kadınla kadını ağaçla atı hem kadın hem ağaçla örtmüş… bu mümkün mü? Şekil zemin ilişkisini de açıklık ve tamamlama yasasını da sarsıyor.

ve diğerleri;
"the ocean"

"titanic days"

"the magician"
Bir oyuncağı daha var; en sevdiğimiz magritte tablolarında kullandığı şeffaflık…

Şeffaflığı bir örtme biçimi olarak kullanıyor; manzaraya bakan bir adam görüyoruz; adam manzaranın önünde durduğu için manzarayı göremememiz gerekir…oysa magritte adamı manzarayla örtüyor. Böylece adamın içinden geçerek hem manzarayı hem adamı görebiliyoruz. Yani örterek şeffaflaştırıyor. Çok dahiyane…

Magritte’e bakarken şu kuşku var; ben mi tabloya bakıyorum yoksa tablo mu bana…

Hep mümkünsüz bir görme biçimi… impossible looking…

Görmüş olamayacağımız bir şeyi görüyoruz sonra da kendi kendimize soruyoruz:

Neden görmüş olmayayım? Kim demiş?

Peki Magritte’i Magritte yapan süreç nasıl işliyor?

En son 1920’lerde kalmıştık;

Rene Brüksel’de Güzel  Sanatlar Akademisi sayesinde kısa sürede sanat ve edebiyat ortamının göbeğine düşüyor; Bourgoise kardeşler kendini bulma yolunda yoldaşları diyebiliriz. Bunlar biri avant garde işler yapan bir mimar, diğeri şair iki kardeş. Birlikte takılmaya başladıkları dönem oldukça üretken bir süreç; birlikte gazete çıkarıyorlar;  bu sıralarda Magritte empresyonizm ve kübizm arasında kendi sesini bulmaya çalışıyor ama olacak gibi değil; biliyor aradığı şey burada değil.
Şair olan kardeş Piere Bourgeois sayesinde bir katologda bazı fütüristlerin çizdiği resimlerle karşılaşıyor ve evreka diyor; bu onu sürrealizmi keşfedene kadar oyalayacak.
Bu dönemle ilgili şöyle diyor:
"I had before my eyes a powerful challenge to the good sense with which I was so bored. For me, it was like the light I had found again upon emerging from the underground vaults of the old cemetery where I had spent my childhood vacations. In a state of real intoxication.”

 Aynı dönemde Dada’ya da ilgi duymaya başlıyor özellikle İtalyan Futuristler Erik Satie ve Tristan Tzara’yla yazışıyorlar. Ayrıca bir tiyatro sahnesinin dekorunu çağrıştırın serilerini çizerken etkisinde kaldığı mimar ve abstrakt ressam dostu Victor Servranckx’la takılmaya devam ediyor. Mesela


Şu resmine bir bakın;

Bunu görür görmez aklıma funny games geldi. Çok tuhaf değil mi?

Neyse

Geldik De Chirico vakasına; yani Magritte’in Magritte olma yolunda karşılaştığı en mühim İlhamilerden biri…
Magritte, Futurizm, kübizm, abstrakt, purism filan gibi yeni akımlara hep merakla ve heyecanla yaklaşmış ama yine de aradığının orada olmadığını biliyormuş.
Şöyle diyor;
In the end, I found that none of these experiments really satisfied me. I am not I believe a painter in the full sense of the Word.
Yıl 1923 bir gün yine şair bir başka arkadaşı Marcel Lecomte’yle otururken Georgio de Chirico’nun Le Chant d’amour/ song of love resmini görüyor.
O şu resim;



"the song of love/Chant d'amour "

Bu resim 1914’de yapılmış. O zaman buna metafizik resim Chirico’ya da Metafizik ressam diyorlar; eh sürrealizm akımının ortaya çıkışına henüz bir sene var. Zira Andre Breton 1924’de koyacak ismini akımın.

Magritte çok etkileniyor ve şöyle diyor ‘De Chirico is the first painter to have thought of making painting speak of something other than painting’  yani “O bir resme resmin dışında bişey konuşturtmayı düşünen ilk ressamdır.”

Devam ediyor Magritte;

O şunu anlamış; estetik bir sanat eserinin önemsiz bir aksesuarıdır; asıl olan fikirdir. 

Devam edecek...


(bir sonraki yazı;  sürrealizm, Magritte'te dil ve imge)




8 Mart 2014 Cumartesi

Rene Magritte yazı dizisi #2 Georgette öncesi rene magritte; ilk yıllar

Yıl 1912, Sambre Nehrinden bir kadın cesedi çıkarılır. Gecedir ve köprünün üstü çok kalabalıktır. Dehşet uğultulu kalabalığın üzerinde dalga dalgadır. Kadının beyaz geceliğinin etekleri başına doğru sıyrılmış tüm yüzünü boğarcasına örtmüştür.  Rene’nin hafızasına kazınan ve hayatı boyunca gözlerinin önünden gitmeyecek olan bu görüntü Rene’nin annesine aittir.

İşte bu en sevdiğimiz magritte’lerden biri;   LOVERS tablosu

Magritte Freud’dan epey etkilenmiş olmasına rağmen freudyan düşünceye düşman biriymiş… eserlerinin yorumlanmasına da karşıymış doğal olarak ama bazı kritikler Magritte’le psikolojik gelişiminin arasında bir bağ olduğunu savunuyorlar… özellikle 13 yaşında yaşadığı bu trajedinin yaratıcılığında etkisi olduğunu düşünüyorlar.
Peki ama gerçekten gördü mü?
Bir kısmı bu trajediyi hayalinde canlandırmış olabileceğini savunuyorlar… Görmüş olamazmış, duymuş olabilirmiş.   
Burada görme biçimleri devreye giriyor.
Bir obsesyon olarak görme ve bakış….bir fiksasyona varan yol.
Yasağa bakma, mümkün olmayan bakış, agresif bakış… bunlar Magritte tablolarında deneyimlediklerimiz.
Kendisinin de vurguladığı gibi; görmek bir fiili bir durumdur; edilgen değil etkinsinizdir.

Dolayısıyla;

Rene’nin gördüğü şey Regina Magritte’nin intiharla sonuçlanan bir buhran süreci yaşadığı ve bu dönemin  Rene’nin ergenlik çağına denk düştüğü… Bu bir Edgar Poe sendromu;  Ergenlikte genç anneyi/ilk sevgiliyi ölüme verme…
Biraz daha geriye gidelim.
İlk yağlıboya tablosu 1910 tarihli; bu tablo sayesinde  babasının Rene’nin yeteneğini takdir ettiği ve resim dersleri aldırarak onu bir ressam olmaya teşvik ettiği söyleniyor.  Bu önemsiz bir ayrıntı değil. Magritte’in içinde bulunduğu aile ortamı hakkında bilgi veriyor. Baba çok sık şehir değiştiren bir tüccar; ileri depresyondaki anne hem fiziksel hem zihnen tükenmenin eşiğinde (iki yıl içinde intihar edecek) ve iki küçük erkek kardeş (biri müzisyen biri iş adamı olacak ileride)… ve Magritte resim 
dersleri alıyor…
Annenin trajik ölümünden sonra Charleroi’ye taşınıyorlar, o yıl 1913’de önemli bir şey oluyor. Şu meşhur Georgette’i panayırda görüyor.  Georgette daha 12 yaşında o zaman, Rene 15.
Burada 16 yaşında
1914’de aile, Alman işgali yüzünden Chatelet’e geri dönüyor. Ama Rene kendi ayakları üzerinde 
durma sevdasına Brüksel’e gitmeye karar veriyor; 1915’de bir öğrenci yurduna yerleşiyor… beş sene 
Güze Sanatlar Akademisi’nde “free student” statüsünde ders alıyor (yani sınava girme mecburiyeti olmayan öğrenci) dolayısıyla bir diploma vermiyorlar.
Orada dönemin önemli sanatçılarının atölyelerine katılma fırsatı buluyor; özellike dekor resminde önemli bir isim olan sembolist ressam Constantin Monstald’ın stüdyosuna devam ediyor.
Bu arada o dönemde pek etkilendiği bir şey var; romandan uyarlanan 1913-1914 Fantomas film serisi.  

Bu fantom figürü Magritte’in alter egosu olacak ileride de bazı tablolarında sıklıkla kullandığı figür.
Man from the sea 1927
 Bu dönemde bir yandan ‘Renghis’ adıyla gizemli öyküler yazmakta.  Georges Eekhoud’dan   aldığı edebiyat dersleri ufkunu epey açmış olacak… Bu adamın portresini 4 defa çizmiş.
İki kişi daha var;
Abstract’a eğilimini başlatan Belçikalı ilk abstract ressam Victor Servranckx  ve bir süre stüdyosunu paylaştığı yakın arkadaşı Pierre Louis Flouquet.

Ortam bu; Rene epey bohem bir ortamın içinde görünüşte olmasada ortamın en bohem hayatına sahip takılıyor… bunun kendi yarattığı bir tarz bir stil olduğu sonradan fark edilecek.
Neden görünüşte olmasa da dedim? Çünkü tuhaf bi şekilde çok ciddi bir görünümü var. özellikle giyim tarzı; ressam değil sanırsınız evkafta memur. Abartılı bir resmi giyim sitili.  Şapkası geniş ceketi bastonu ve piposu…  Bu görüntüsüyle de bir şey anlatıyor; bu resimden anladığımız şeyi belki de… Kendisiyle ötekiler arasına bu resmiyetle perde çekerek; içindeki yalnızlığı, öteki dünyayı örtüyor. 


Magritte tablolarında izleyici olarak maruz bırakıldığımız mühim bir durum bu. CONSTRUAL; örtme, gölgeleme, önüne geçme, kapatma anlamlarına geliyor.
(bir diğer ayrıntı dijital grafik dizaynda önemli bir kavram; fondaki imajın bir bölümünün başka bir katman üzerine getirilerek kaybedilmesi)

Neyse bununla ilgili başka şeyler de yazacağım ilerde.
Biz dönelim Rene’nin hayatının dönüm noktasına;  Rene işte o stüdyo senin bu atölye benim, 
fantomalar, esrarengiz hikayeler, abstract olsun ama, impresyonizm mi, smebolizm mi, kübizm mi? diye dolaşırken…yıl 1920 olmuş bu arada, botanik bahçesinde Georgette Berger’le tesadüfi bir şekilde ikinci kez karşılaşır.

9 yıl sonra…
Herşey böyle başlar…

4 Mart 2014 Salı

Rene Magritte Yazı Dizisi INTRO; Gözün ve zihnin Magritte'le imtihanı.


Uyur-uyanık, uyanmadan bir an öncesi;
ama bir an.
Fazla değil…
İşte o andan kalan bölük pörçük hafıza… Bir Magritte tablosu:  REM Uykusunun 1. Evresi


Hiç svevo okumuş muydunuz?

Zeno’nun Bilinci romanını çok severim; şu cümlelerin altı çizilidir benimkinde...

(Birinci sayfa)

Dün kendimi alabildiğine koyvermeyi denedim. Deneyim deliksiz bir uyku ile noktalandı…

 (Birkaç sayfa sonra )

Uyumak üzereydim, ama gözlerim hala güneşle doluydu, bir türlü kendimden geçemiyordum.

(Birkaç paragraf sonra)
Uykuya daldım sanıyordu, oysa tüm bilincimle uykunun üzerinde yüzüyordum ben.
İşte Svevo ilk yirmi sayfada böyle uyutur sizi…

Önce şunun farkına varıyoruz.

Fact:    seeing is an act!


kiss 1938 

bu resme bakıp uykuya dalmayı deneyin.
evet tablonun ismi 'kiss' 'öpücük'...

Bu deneyim zihninizin bilincinizle imtihanı olacak…
yarın devam...

3 Mart 2014 Pazartesi

Brüksel; Magritte ve bir de günün şarkısı

vee sonunda Drifter muradına erer...


burada olmamın asıl amacı Rene Magritte;
40 yaşıma gelmeden yapmam gerekenler listesinde en üst sıralarda bulunan bu dileğimi sonunda gerçekleştiriyorum. 


Magritte Müzesi vay be! çok heyecanlı... Paul Mccartney'den arta kalan tüm koleksiyonun olduğu müze...


buradayım kapısının önünde!



hepsini anlatıcam;
şu nehre atlayıp intihar eden anne olayını, kelimeler ve imajlar mevzuunu, georgette mevzuunu, georgette'den önce ve sonra Magritte'i,  brüksel sürrealist sanat ortamcılığını,
Rene ve arkadaşlarının home movie oyunlarını
hepsini...

önümüzdeki bir kaç gün size bir dizi Magritte yazacağım;
hadi yine iyisiniz :)
şu yandaki fotoyu da magritte shop'un önünden çektim;
ah bavuluma sığsa o aynayı alacaktım...