gökyüzünün altında gevşemiş onun bunun üzerine kafa yorup duruyor. Emeğin doğasını düşünüyor. Avareliğin doğasını ve göğün kendisini. Kocaman dalga dalga bulutlar yere o kadar yakın duruyorlar ki, insanın kement atıp birini tutası geliyor.- ister başının altına yastık yap ister midene indir. Bir tabak bol sulu fasülyeyi kocaman bir parça bulut etiyle götür, sonra da biraz kestirmek üzere uzan. Ne hayat ama! (hayalperestler- Patti Smith)
1. Chassol - Reich & Darwin - Chassol x Karen Ann x Yuksek rework 2. Gold Junkies- Melanie De Biasio 3. La fete noire - Flavien Berger - 4. Does She? - Kid Francescoli , julia Minkin 5. Rafale - Alligator 6. Futuro Pelo- Adventures 7. Seratonin Rushes - Fujiya &Miyagi 8. Les Heros de Barbes - Juniore 9. Boney M Down -Lindstrom, Prins Thomas
Bloga dönüşümün ikinci blogpostunu da patlatayım da;ateş almaya geldi demesinler. (demeyin yani.)
bu animasyona geçenlerde rastladım ve bayıldım tabi hemen.
şimdi Max ve Dave Fleischer cartoons desem bi ışık yanmaz ama bizim konserveci Temel Reis ve Betty Boo ablamız desem bir kısmımız hatırlayacaktır. İşte o amcaların 1919'da çektikleri animasyonlar serisiymiş OUT OF THE INKWELL... Birtakım güzel insanlar bir ekip oluşturup ; bu animasyonları bir nevi restorasyonculuk kafasıyla youtube'a yüklemişler. serinin diğer animasyonlarını da izlemek isterseniz Fabulous Fleischer Cartoons Restoredkanalından sorunuz bi zahmet.
Ed Ruscha ismini görür görmez dikkat kesilirim. Elimde değil.
Fotoğraf sanatçısı Ed Ruscha'nin 1966'da Sunset strip boyunca çektiği motorize fotolar bir kısa film haline gelmiş ve Yolda'dan bir pasajla birleştirilmiş.
Buyrun buradan:
Bu arada Ed Ruscha; şöyle şeyler yapan popart sanatçısı. Gerçi o kendi işlerine abstract-art diyor ama... (genelleyelim hadi ne ayip!!!sa da)
google hazretlerine sorarsanız bunlar gibi birsürü birsürüsünü bulabilirsiniz.
evet kendine abstract artist diyor 'ana fikirle bozmuş bir abstract artist' tam olarak kendi ifadesiyle. Ana fikiri patlatmak için sanatının tam ortasına yerleştirdiği klişelerin kullanımının güzelliğine kurnazlığına hayranım.
Neyse gelelim filmde kullanılan fotoğrafların hikayesine:
bu fotoları 1966 yılında bir pick-up arkasında sunset strip boyunca gidip gelerek Çekmiş. Sonra 'Every building on Sunset Strip' adıyla kitaplaştırılmış.
Işte kendisinin hayranı olan ve filmi yapan Matthew Miller Yolda'yı okurken Jack'in o paragrafına denk geliyor. Bir anda herşey sunset strip'teki tüm binalar gözünün önünde film şeridi gibi akıyor. Ne evreka bir an olsa gerek, yaratıcılık açısından; gerçekten çok imrendim.
Böylece editörü Sean Leonad ile tüm fotoları bir kısa film haline getiriyorlar.
Müthiş olmuş diyor tebrik ediyor iftiharla sunuyoruz.
Böylece 4. Geleneksel Drifter Ödül Töreninin de sonuna geldik; 2019'u da devirdik arkadaşlar. Yeni yılda görüşmek üzere, herkese harika bir yılbaşı gecesi ve en süperinden bir yeni yıl sabahı diliyorum.
Bu da drifter'in new years eve party essential playlisti
Buyrun afiyetle 🍾🍸🍷🍹🎆🎇🎉🎉🎊💖❤️💜💛💙🎷🎤🎹🎼💃✌🏻️🎶😍
Bu yılın filmi Joker tabiki
Zaten onu seçmesem Maria canıma okur! Bi ağladı bi ağladı sinemada görseniz...çok seviyo jaquin phoenix'i.
Yalnız arkadaşlar ben Marriage Story'i de çok beğendim. Herkes sever mi bilemem ama ben Scarlet'e hayran kaldım, ağzım açık seyrettim. Seyrederseniz çok farklı bir scarlet bulacaksınız ama bazı sahnelerde ağzım açık kaldı oyunculuğuna. Adam Driver'a diyecek birşey bulamıyorum zaten. Hayır bir de son derece distinctive bir fiziği var; bu adamı başka bir rolde hayal edemem diyorsunuz her seyrettiğiniz rolü için her seferinde sizi şaşırtmayı başarıyor. Yetenek böyle bir şey. Bir sonraki rolünü merakla bekliyorum.
Son olarak eklemeden geçemeyeceğim; woody allen artık film çekmese mi? Yeter bence!
Bu yıl bir dergide Kate Chopin'in bir şiirine rastladım. Aslında şairliğiyle ünlü biri değil Kate Chopin malum ama bu şiiri çok hoşuma gitti. Sade ve derin. Çok samimi.
(Çeviriyi yaparken 'by the way' le oynadığı küçük oyunu görmezden gelmemeye hatta ortaya çıkartmaya çalıştım onun için bi tuhaf gelebilir ilk dörtlük.)
Let the Night Go
The night is gone , the year and yesterday;
the dozen little hours i had stole
and hid within the shadow of my soul
to play with by the way
Let the night go! the year and yesterday!
I've kept one little hour from the past;
a pretty thing -a bauble to hold fast
and play with - by the way.
Bırak Geceyi Gitsin
Geçti o gece, o sene
ve dahi
dün;
Ama bu arada
Bir düzine küçük saati çalıp sakladım
ruhumun gölgesine
oyalanayım diye
Bırak gitsin
gece, ve yıl ve dahi dün
Ben ayırdım kendime
Geçmişten bir saatçik.
Tatlı bir boncuk
Tutmak için sıkıca
Tam oynuncak
Yol boyunca.
Bu yıl pek güzel okudum yine... Anais Nin okudum, günlükler günlükler.... George perec okudum, lichtenberg okudum, Saul Below'un Herzog'unu okudum.
Saul Below
Sonra elime Mary McAuluff diye bir tarihçinin yazdığı iki ciltlik bel epoque tarihi elime geçti.
Biri twilight biri dawn of the bel epoque. Paris'in tüm bohem-sanat camiası hikayeleri mevcut içinde. Tam benlik hala okuyorum.
Bir diğer enteresan kitap elime geçen
Seinfeld and philosophy : a book about everything and nothing
İlginçti.
Zizek şakaları
Süperdi. Kendisinin hastasıyız zaten.
Sumana Roy 'dan How I Become a Tree.
Bakın bu çok enteresan bir kitap gerçekten. Keşke Türkçe'ye çevrilse de daha çok insana ulaşsa. Anı, doğa bilimleri, botanik özellikle, tarih sanat edebiyat tarihi hepsi iç içe geçmiş enteresan bir roman. Narin bir dille yazılmış. Yazar hindistanın sub-himalayan bengal diye bir kasabasından.
Fakat Drifter 2019 yılın kitabı ödülü Robert Walser'in Gezinti'sine gidiyor. Biliyorum kitap eski ama ben yeni okudum. Geç olsun da güç olmasın.
(Bu arada Etgar Keret'in fly already kitabını aldım. Henüz okumadım. Okusam belki yılın ödülünü ona verirdim. Özellikle okumadım. )
Bu yıl John KoenigDictionary of Obscure Sorrows yani Tarifsiz kederler Sözlüğünü hayata geçirdi. Ben de şurada iftiharla sundum hatırlarsanız :
https://justdriftingaround.blogspot.com/2019/05/drifter-iftiharla-sunar-tarifsiz.html
Drifter Awards 2019 Yılın Kelimesi; des vu : bu anın sonunda bir anıya dönüşeceğinin farkında olma durumu.
Andy Warhol'un hamburger yediği Burger King reklamını gördunuz mü? 1982'de çekilmiş. Epey creepy!
Samsung galaxy de güzeldi.
scrabble reklamları çok başarılıydı, şurada:
https://justdriftingaround.blogspot.com/2019/04/drifters-pick-scrabble-reklamlarna.html
ama !!!!! Drifter Awards 2019 yılın en super reklamı ödülü, her nekadar alınabilir bir ürün olmasada, Hermes çantacısına gidiyor.
tuhaf tabi bir çantaya o kadar para verecek insan evladı bu reklamdan ne anlayacak o da ayrı konu. neyse!
Bu maratonun kaplumbağası olsam da finish çizgisini gördüm ya... bu da birşeydir!
Geldik Romantik maratonumuzun son drifter's pick filmine... Yani Grease'e. Öncelikle kabul edelim Grease bir kız filmidir. Hiç bir erkeğin bu filmden bir kız kadar zevk alabileceğine inanmıyorum.
Grease'i seçmemin sebebi ilk aşk hikayem olduğu içindir. (Uuuuuuuu!!!!)
evet arkadaşlar büyük itiraf ediyorum; Danny Zuko ilk aşkımdır. Uzunca bir süre onu arayıp durdum. bütün lise yıllarımda, belki üniversitenin de bir bolümünde; düne kadar dermişim :)) şaka şaka sulandırıyorum. Ama onun yüzünden uzunca bir süre, 'ben kimselere aşık olamayacağım herhalde' diye düşündüğüm doğrudur.
Maria'ya sordum bir kaç gün önce. Hatırlıyor musun Grease' ilk seyrettiğin zamanı diye?
'tarih, gün, saat verebilirim' dedi.
'sen de mi?' dedim.
bu bana şunu düşündürttü:
Bizim kuşak kadınları için Grease filmden öte kendisiyle ilgili bir anı galiba.
onun için ben size kendi anımı anlatacağım;
12 veya 13 yaşlarında olmalıyım, haftasonu için amcamlardayım. sıkıntıdan patlıyorum. (Çocukken hiç sevmezdim kendi evimden başka yerde kalmayı, arkadaşlarımın evinde kalayım diye hiç yalvardığımı hatırlamıyorum. Annem zorla itelerdi, tek çocugum zaten, antisosyal olmayayım diye zaar.) kuzenim benden bir kaç yaş küçük. Pek ilgimi çekmiyor odası, oyuncakları filan. Zaten ben hazırlıktayım, ingilizce öğreniyorum ki, onunla ortak hiç bir mevzum olamaz peh!!! (nasıl zalimce tepeden baktıysam artık ukte yaptı demek ki o zamanlar ; büyüyünce gitti Amerikalı bi adamla evlendi, şimdi orada yaşıyor :D)
Neyse, kaderin cilvesi televizyon açık, film başladı.
ilk görüşte aşk mıydı hatırlamıyorum. Hangi sahnesinde aşka düşmüştüm bilmiyorum. Tek bildiğim film bittiğinde başka hiç bir şey düşünemiyordum. Film beni hipnotize etmişti. Rüyada gibiydim ve uyanmak istemiyordum. Ağlayasım vardı gibi, bir daha ne zaman görebileceğim meçhul, ne yaşamıştım ben?...
sürekli seyrettiğim sahneleri düşünüyordum, 'you're the one that i want'i söylediklerinde kendimden geçtiğim için sadece 'u u u' kısmını aklımda tutabilmiştim ama son parçayı unutmamak için surekli Çen çen çegini çençibab thats the way it şubeee kısmını içimden tekrarlayıp duruyordum. uyduraraktan tabi. uydurukça da olsa şarkının nakarat melodisini ezberlemiştim. Böylece babama sorabildim.
Çen çen şarkısını biliyor musun?
Çünkü babam kahramanım. Annemle evlenmeden önce ankarada djlik yapmış, batı müziği hastası bi
tip; bilebilir yani.
yine de umudum az.
Dönem, laura brinigan donemi. madonna, sandra, samantha fox ...bu!
'Çen çen' diyorum.
'bilmiyorum öylee bir şarkı, kim söylüyor?' diyor.
- filmde duydum çok güzel şarkı hadi baba, sen mutlaka biliyorsundur!!!!
melodiyi mırıldanıyorum, kelimeleri düşünmeden papağan gibi, kulağımda kalan sesleri tekrar ediyorum.
- hem dans da ediyorlar, bak! ellerini böyle böyle yapıyorlar... (elllerimle buggie woggie figurleri yapmaya çalışıyorum; o zaman onun bugi wugi dansi oldugunu bilmiyorum tabi.)
babam gülmeye başlıyor. Komiğim çünkü.
"Hadi hadi, git odanı topla; annen sabah söyleniyordu" diyor.
kös kös odama gidiyorum.
moralim sıfır.
Günlüğüme filan yazıcam, sahneleri vs. hatırlayabildiğim kadarını...
isimleri hatırlamaya çalışıyorum; Danny, Sandy, frençi tamam, rizzo'yu ve sevgilisini hatırlayamıyorum bir türlü. oysa o karaktere bayılmıştım,
kıyafetlerine,sesine filan...
işte tam bunları düşüne-yazarken; salondan bir gümbürtüyle frankie valli'nin o funk introsu yükseliyor. Daaaaaaaaa darada darada darada darada da......sonra o funk gitar rifi giriyor.
O anı, hissettiğm heyecanı, sevinci asla unutamam.
Şu an bile tüylerim diken diken diyebilirim.
Babam, alaaddinin cini gibi!
salona koşuyorum, annem de mutfaktan fırlamış, ne oluyor diye.
Şok geçiriyorum resmen.
AKAI marka Analog Makara teybi var babamın, kutusundan çok nadir çıkarttığı. Koleksiyonunun bir parçası çünkü. Ben çok daha küçükken 3-4 yaşlarındayken sık sık sesimi kaydettiği, şarkı söyletip ‘kuzunun biri su içiyormuş pırıl pırıl dereden’ gibi şiir filan okuttuğu; kendilerince yarım yamalak turkçemle dalga geçip eğlendikleri bir antika alet bana göre. Eve Yeni muzik seti gelip anfiye baglandığında gözden düşmüş; büfenin üst rafında duran, eski günleri yadetmeye yarayan bir koleksiyon parçası. Muzik sever bir misafir geldiğinde, babam illa o quadrofonik vivaldi dört mevsim makarasını çıkarır, misafiri 4 hoparlorün tam ortasına oturtur; zavallı misafirin her hoparloörden ayrı bir enstruman sesi duymak suretiyle muazzam bir deneyim yasayıp keyiften dört köşe olmasını beklerdi. Ne yazık ki çok az insan onu anlayabilirdi.
Işte bu mucize alet o gün bana Grease soundtrackini çalıyordu ve ben o gün 12 veya 13 yaşımda ex kafası yaşıyor; frankie valli'yle kopuyordum. (o gün onun frankie valli oldugunu bilmiyordum tabi John Travolta söylüyor bütün parçaları sanıyordum.)
o gün o soundtrack'i bizimkilerin sabrını taşırana kadar dinledim sanırım. Muhtemelen bir süre sonra odama gönderilmişimdir.
Yani benim ilk aşkım Grease'dir. Dolayısıyla romantizm benim icin müziktir. Aşk müzikle yapılır, müzik aşkla filan... biri olmadan diğeri olamaz.
teenager’lığım üstünde bilinç altı bilinç üstü , her türlü etkiyi yapmıştır. Sevgili dediğin dans edip, duet yapabilen, araba tamir edebilen, serseri ama iyi kapli olacak. Bu kriterlere uymadığı için çok çıkma teklifi reddetmişliğim vardır.
müzik zevkim üstünde keza. O soundtracki yüzlerce defa dinlemişimdir, her bir parçayı ezbere bilirim. Lise kankam Begüm'le evde filmi sahne sahne oynamışlığımız vardır; Summer Lovin duetini
söyleyip bilimum kasetlere çekmişizdir. Kavga çıkmasın diye bir bölümünde o Danny kısımlarını
söylemiştir diğer bölümünde ben.)
Grease'i bir kez daha izleyip o günleri yad etmek gerçekten güzel oldu. Ama bugün başka bir gözle bakıyorum tabi.
Hatırladığıdan daha az masum bir film. Sandy ve diğerleri arasındaki sosyal sınıf farkı şimdi dikkatimi çekiyor. Problem Sandy'nin sarışınlığı değil, diğerlerine göre daha Amerikan amerikan bir aileden gelmesi. Zuko, knickie, rizzo, frenchie, dans yarışmasındaki latino afet, hepsi aslında göçmen ailelerin çocukları. T-birds ve Pink Lady's gruplaşması bir komplex kalkanı.
bir diğer önemli detay filmin 1975 de çekilmiş, 1958 yılının gençliğini resmeden bir film olması. Kızların aklı dansta, partide; oğlanların aklı cinsellikte haliyle. Bu anlamda epey gerçekçi ve epey açık saçık bir film. Bu seyrettiğimde şöyle bir replik yakaladım çok güldüm.
yani demek istediğim oldukça direkt ama masum bir açık saçıklığı var filmin.
Bugün baktığımda oyunculuk anlamında Rizzo'yu canlandıran Stockard Channing ve Frenchie'yi canlandıran Didi Conn'u hala çok başarılı buluyorum.
O zaman opening credits videosundaki binlerce kez dinlemiş olmama rağmen, hala bayıla bayıla dinlediğim 'Grease is the word' parçasıyla maratona noktayı koyalım.
Etgar Keret'in Kneller's Happy Campers (Kneller'in Mutlu Kampı) Tanrı Olmak İsteyen Otobüs
Şoförü kitabının kapanış öyküsu. Bilek kesenler de bu öykünün filmi, ama bence bir bağlantı kurmaya çalışmadan izlemelisiniz. (tabi öyküyü okumuş olanlar için söylüyorum; okumayanlar da okuyacaklarsa, filmden bağımsız düşünerek okusunlar bence.)
Baştan sulandıracağım bu kez kusura bakmayın; öyküyü okuduğumda da, filmi seyrettiğimde de dedim ki kendi kendime, bir gün olur da 'Etgar Keret intihar etti' filan diye bir haber okursam asla inanmam.
Hayatın içindeki acılara; umutsuzluklara; tuhaflıklara iştahlı bir ilgiyle hatta bazen öykünmeyle bakan birisi çünkü Etgar Keret. Onun için bunlar, deneyimin bir parçası ve aslolan da deneyim. Onun için seviyoruz kendisini; Avi pardo'yu da...
gelelim filme;
(bi kere Tom Waits'in dead and lovely'si çalmaya başlıyor daha ilk sahneden bu bile filmi seyretmek için yeterli bir gerekçe. )
Diyelim ki hayatınızın anlamı olduğunu düşündüğünüz insan bir gün hayatınızdan çıkmaya karar veriyor. Sizi yalnız; hayatınızı anlamsız bırakıyor diyelim. Fazla yalnız ve anlamsız hissedince, siz de hayatınızdan çıkmaya karar verdiniz. Gittiğiniz yerin nasıl bir yer olacacağını bir düşünün bakalım.
Esas oğlan Zia (filmdeki adı bu) Desree'den ayrılmanın hayatında yarattığı boşluk duygusuyla başedemediğini düşündüğü bir anında karar verir ve bileklerini keser. Tekrar gözlerini açtığında ölüdür ve kendisi gibi intihar eden diğer tuhaf ötesi insanlarla birlikte dünyanın hemen hemen aynısı bir paralel dünyada bulur kendini. Her şey aynıdır sadece renksiz bir dünyadır bilek kesenlerin dünyası; insanların yüzleri ifadesiz ve donuk; gökyüzü yıldızsız, yeryüzü ağaçsız, çiçekler renksizdir filan.
Tam intihar ettiğine pişman olmak üzereyken Desree'nin de intihar edip bilek kesenler dünyasına geldiğini öğrenir ve onu aramak icin yola çıkar. Bundan sonrası tatlı bir yol ve aşk hikayesi; yolda TomWaits 'e (Kneller) rastlarlar filan....
Bilekkesenler; Bir Aşk Hikayesi'ni Romantik Maratonun bir parçası yapmamın sebebi aşkın ve aşksızlığın, içinde yaşadığımız dünyayı algılayışımızdaki etkisi üzerinde durması. Aşkı kaybetmek; dahası umudu
kaybetmek; bir daha aşık olamayacağını düşünmek; asla öyle hissedemeyeceğini kabullenmek... kendini renksiz, soluk, heyecansız, anlamsız bir dünyaya hapsetmek gibi birşey olsa gerek diyor film özetle... Bunu tatlı bir yol hikayesiyle anlatıyor.
şöyle diyaloglar filan:
Zia:
You remember the other day when you
were talking about missing things from life and how you wanted to go
back and I told you I didn't miss anything?
Mikal:
Yeah.
Zia:
Well... When I'm here, with you, I kind of miss myself, the way I used to be.
Mikal:
What were you like?
Zia:
I was happy at a time...
ayrıca Keret'in öyküsünden farklı bir sonla kapanıyor mevzu.
Böylece geldik Maratonun son filmine yani Grease'e....
'Onunla evlenerek Tony Takitani hayatının yalnızlık dönemini kapatıyordu. Sabahları uyandığında ilk işi onu aramaktı; onu yanında uyurken bulduğundaysa hissettiği, rahatlama duygusuydu. Eğer yanında değilse huzursuzlanıyor kalkıp evin içinde onu arıyordu. Yalnız hissetmemekle ilgili ona tuhaf gelen birşeyler vardı. yalnız olmayı sonlandırdığı gerçeği, tekrar yalnız kalabilme olasılığının sebep olduğu bir korkuyu tetikliyordu’ [Haruki Murakami] “By marrying her, Tony Takitani brought the lonely period of his life to an end. When he awoke in the morning, the first thing he did was look for her. When he found her sleeping next to him, he felt relief. When she wasn't there, hefelt anxious and searched the house for her. There was something odd for him about not feeling lonely. The very fact that he had ceased to be lonely caused him to fear the possibility of becoming lonely again.” Murakami’nin ayni isimli öyküsünden beyazperdeye uyarlanmış film 'görsel bir şiir’ diye ifade edildi pek çok film eleştirmeni tarafından. Katılıyorum. Jun Ichikawa sofistike zevkleri olan sinema seyircisinin önüne bir kup limonlu dondurma koyuyor sanki. Minimal fotoğraf ilginizi çekiyorsa bu filmden hiç sıkılmayacaksınız, hayran hayran bakacaksınız. Aksi durumda biraz baygın (bir arkadaşımın bizzat yorumu böyleydi) gelebilir. zira şöyle fotoğraflar göreceksiniz film süresince... (son zamanlarda benim de takıntım minimal fotoğrafları layklamak. Kendimi alamıyorum Instagram’a teslim olmamı sağlayan da minimal fotoğrafçılık itiraf ediyorum. Neyse sulandırmayalım.)
gibi...
Hoşuma giden bir diğer şey de sayfa çevirme efekti yaratan çok yumuşak sahne geçişleri. Gerçekten ara ara, 'kitap mı okuyorum film mi seyrediyorum belli değil' diyor insan.
Gelelim mevzuya;
Toni Takitani, annesi o bebekken vefat etmiş, babası ise bir jazz müzisyeni olduğu için sürekli turnede; bu sebeple yalnızlık küçüklüğünden beri tam içine işlemiş olan bir insandır. Çizim yeteneği olduğundan dışavurumu resimle olsun istemiştir vefekat çizdiklerinde duygu eksikliğine karşı şekli doğruluk öne çıkınca illustrator olmaya yönelmiştir. Boylece zaman gecmis, Tony Takitani, orta yaşlı, münzevi bir grafik tasarımcı olarak takılmaktadır.
Bir gün ofiste bir sekreter alımı görüşmesinde adaylardan birine karşı birşeyler hisseder. Önce karar veremese de, kız ise başladıktan bir sure sonra ona aşık oldugunu fark eder ve ona evlenme teklif eder. Bu kız kendisinden epey genç , kendisi kadar yalnız ve bir o kadar da ilginç biridir. İlginçliği takıntısından gelmektedir. Kızda giyim takıntısı vardır. Dolayısıyla da alışveriş manyağıdır.
Murakami, kızın takıntısının onun kişiliğinin belirleyici özelliği olduğu konusunda net; oyunun kahramanı Tony ise bir ikilem yaşıyor. oraya sonra gelelim.
Ana mevzu; bir yalnız bir yalnızla artık yalnız olmamaya karar verirse bunu ne kadar başarabilir?
alt sorunsallar:
- kişinin sanatı tiryakiliği olabilir mi? bu engellenmeli midir?
- ‘tekrar yalnız kalma korkusundansa yalnızlık yeğdir' midir?
son bir alıntıyla noktayı koyalım. Each memory was now the shadow of a shadow of a shadow. 'Her hatıra şimdi gölgenin gölgesinin gölgesiydi.'