drifter çevirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
drifter çevirisi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Ocak 2023 Pazartesi

Bir Blog Hikayesi ve Gezinti arabası


La Baladeuse - Gezinti arabası


Eskiden Bayonne ile Biarritz arasında bir tramvay işlerdi: yazın, buna kapalı yeri olmayan , üstü tümüyle açık bir vagon eklenirdi: Gezinti arabasıydı bu. Büyük sevinçti, herkes binmek isterdi: pek yoğun olmayan bir manzara boyunca insan, aynı zamanda hem panoramadan, hem hareketten, hem de temiz havadan yararlanırdı. Bugün artık ne gezinti arabası kaldı ne de tramvay. Biarritz yolculuğuysa tatsız tuzsuz bir iş. Bunu, ne geçmişi mitsel olarak güzelleştirmek için, ne de artık tramvay olmayışına üzülüyormuş gibi yaparak, yitip gitmiş bir gençliğe olan özlemimi belirtmek için söylüyorum. Bunu yaşama sanatının tarihi olmadığını belirtmek için söylüyorum. Evrim geçirmez yaşama sanatı : Yok olup giden zevk, sonsuza dek yitip gider, hiç bir şey konmaz yerine. Ardından başka zevkler gelir, ama bunlar da hiçbirşeyin yerine geçmez Zevklerde ilerleme olmaz, yalnızca değişimler olur. 


Roland Barthes - Roland Barthes



Kıymetli blogger camiası,  2023’e hazır mıyız?

kıymetinizi biliyor musunuz? 

iyi iyi. Ben de öyle düşünmüştüm.


2023 ocak itibarıyla havalı bir dönüş yapayım dedim bloga. Eee nerelerdeydin bunca zaman diye soracak olursanız, duymazdan geldiğimi bilin. Anlatacak olsaydım anlatırdım zaten. 


Geçenlerde benim için ekstra önemli birisine başka birşey anlatırken fark ettim blogumu biraz boşladığımı, ve burada olmayı özlediğimi ve bana iyi geldiğini vs vs.  (Ekstra önemliye vurgu yapınca kendisine vurgu yapamayacağım herkesin içinde ama zaten reklama ihtiyacı yok, alla’ ondan alsın bana versin biraz okuyucu, tıklayıcı filan) 


Sonra düşündüm 2010 yılını.  Ve sordum kendi kendime: Tam 13 sene önce. O mart günü ne olmuş da ben öyle, birden, estiği gibi blog sayfası dizayn etmişim ve Drfiter kişisini doğurmuşum? 


Ilk blogposta gittim. 


https://justdriftingaround.blogspot.com/2012/03/baslangic.html


Hahahahahahahh!

Gülünmeyecek gibi değil hakikaten. 


‘Artık yazacak pek o kadar bir şey bulamıyorum’ diye blog açan bir profildir Drifter. Bilin diye söylüyorum. 


Peki Ne anlatır bu ‘Me Gusta La Noche Me Gustas Tu?’ 

 

İste tam da Drifter kafasını anlatır.  Tam olarak benimle ilgili değildir aslında. Yaşarken etkilendiklerimdir, etkilenirken dönüştüklerimdir,  dönüşürken savrulduklarımdır. Tutunamayıp düştüklerimdir. Hiçbir şey olmamış gibi kalktıklarımdır. Burnum bile kanamamış gibi yaptıklarımdır. yapmayı sevdiğim şeyleri yapmamı istemeyenlere inattır, biraz yaşama sanatıdır biraz Manu Chao’ya öykünmedir ve saygı duruşudur. Biraz neden hayatta olduğunu hatırlamaktır. 


Evet bir süredir yoktum. Ama şimdi buradayım yukarıdaki alıntıyı havalı olsun diye koymadım. Havalı oldu o ayrı, ama aslında kendime koydum. Üzülmeyeyim diye. 

Yad edelim ve devam edelim. 



E çalalım o zaman ve ekleyelim hiçcccc bir yerde bulamayacağınız drifter çevirisini de…  

 






¿Qué hora son, mi corazón?

Orada saat kaç Sevgilim? 


Te lo dije bien clarito

Sana söylemiştim açık açık değil mi?


Permanece a la escucha (bende kal!)

Permanece a la escucha (stay tuned millet!)


Doce de la noche en La Habana, Cuba (Havana Cuba’da gece saat 12) 


Once de la noche en San Salvador, El Salvador (El Salvador, San Salvador’da gece saat 11)

Once de la noche en Managua, Nicaragua (Nikaragua , Managua’da gece saat 11)


Me gusta los aviones, me gustas tú 

(Uçakları severim bir de seni)

Me gusta viajar, me gustas tú

(Seyahat etmeyi severim, bir de seni)

Me gusta la mañana, me gustas tú

(Sabahlar severim, bir de seni)

Me gusta el viento, me gustas tú

(Rüzgarı severim, bir de seni)

Me gusta soñar, me gustas tú

(Hayal etmeyi severim ve tabiki seni)

Me gusta la mar, me gustas tú

(Denizi severim, bi’de seni)


¿Qué voy a hacer?, je ne sais pas (şimdi ne yapsam bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je ne sais plus (ne yaparım şimdi artık bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je suis perdu (Ben şimdi ne yapacağım, galiba kayboldum)

¿Qué horas son, mi corazón? (Orada saat kaç sevgilim?)



Me gusta la moto, me gustas tú 

(Motorları severim bir de seni)

Me gusta correr, me gustas tú

(Koşmayı severim, bir de seni)

Me gusta la lluvia, me gustas tú

(Yağmuru severim, bir de seni)

Me gusta volver, me gustas tú

Dönüşleri severim bir de seni

Me gusta marihuana, me gustas tú

(Marihuana’yı severim, bir de seni)

Me gusta Colombiana, me gustas tú

(Kolombiya nezlesini severim, bir de seni)

Me gusta la montaña, me gustas tú

(Dağları severim bir de seni)

Me gusta la noche (me gustas tú)

Geceye bayılırım ve bir de sana


¿Qué voy a hacer?, je ne sais pas (şimdi ne yapsam hiç bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je ne sais plus (ne yapayim şimdi artık bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je suis perdu (Ben ne yapıyordum, kesin kayboldum)

¿Qué horas son, mi corazón? (Orada saat kaç sevgilim?)


Doce, un minuto (12’yi bir geçiyor.)


Me usta la cena, me gustas tú

(Akşam yemeğini severim, bir de seni)

Me gusta la vecina, me gustas tú (Radio Reloj)

(Komşuluğu severim, ve bir de seni) Radyo da hala açık 

Me gusta su cocina, me gustas tú (una de la mañana)

(Senin yemeklerini severim ve bir de seni)

Me gusta camelar, me gustas tú

(Etkilemeyi severim ve bir de seni)

Me gusta la guitarra, me gustas tú

(Gitar sesini severim, ve bir de seni)

Me gusta el reggae, me gustas tú

Reggae’yi severim, ve  tabiki seni)



¿Qué voy a hacer?, je ne sais pas (şimdi ne yapsam hiç bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je ne sais plus (ne yapayim şimdi artık bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je suis perdu (Ben ne yapsam şimdi, hakikaten kayboldum)

¿Qué horas son, mi corazón? (Orada saat kaç sevgilim?)



Me gusta la canela, me gustas tú

(Tarçını severim, ve bir de seni)

Me gusta el fuego, me gustas tú

(Ateşi severim ve bir de seni)

Me gusta menear, me gustas tú

(Kıpırdatmayı severim ve bir de seni)

Me gusta La Coruña, me gustas tú

(Coruña birasını da takımını da severim ve bir de seni.)

Me gusta Malasaña, me gustas tú

(Malasanya’yı severim ve bir de seni)

Me gusta la castaña, me gustas tú

(Kestaneyi severim ve bir de seni)

Me gusta Guatemala, me gustas tú

(Guatemala’yı severim ve tabiki seni)


¿Qué voy a hacer?, je ne sais pas (şimdi ne yapsam hiç bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je ne sais plus (ne yapayim şimdi artık bilmiyorum)

¿Qué voy a hacer?, je suis perdu (Ben ne yapıyordum, kayıp diyebilirsiniz bana)

¿Qué horas son, mi corazón? (Orada saat kaç sevgilim?)


¿Qué horas son, mi corazón?

¿Qué horas son, mi corazón?

¿Qué horas son, mi corazón?

¿Qué horas son, mi corazón?

¿Qué horas son, mi corazón?

¿Qué horas son, mi corazón?


Cuatro de la mañana

(Sabahın dördü)

A la bin, a la ban, a la bin-bon-bam

A la bin, a la ban, a la bin-bon-bam

Obladí obladá obladí-da-da

A la bin, a la ban, a la bin-bon-bam

Radio reloj

(Radyo Reloj hala açık)

Cinco de la mañana

(Saat sabah beş!!!)


No todo lo que es oro brilla 

(Her parlayan altın değildir malum)

Remedio chino e infalible

çin tıbbı yanılmaz

  


Hepimize iyi seneler olsun kolay geçsin :D 

 


30 Aralık 2019 Pazartesi

DRIFTER AWARDS 2019 MABELARD ŞİİR ÖDÜLÜ

Bu yıl bir dergide Kate Chopin'in bir şiirine rastladım. Aslında şairliğiyle ünlü biri değil Kate Chopin malum ama bu şiiri çok hoşuma gitti. Sade ve derin. Çok samimi.
(Çeviriyi yaparken 'by the way' le oynadığı küçük oyunu görmezden gelmemeye hatta ortaya çıkartmaya çalıştım onun için bi tuhaf gelebilir ilk dörtlük.)



Let  the Night Go

The night is gone , the year and yesterday;
the dozen little hours i had stole
and hid within the shadow of my soul
to play with by the way

Let the night go! the year and yesterday!
I've kept one little hour from the past;
a pretty thing -a bauble to hold fast
and play with - by the way.


Bırak Geceyi Gitsin

Geçti o gece, o sene
ve dahi
dün;
Ama bu arada
Bir düzine küçük saati çalıp sakladım
ruhumun gölgesine
oyalanayım diye

Bırak gitsin
gece, ve yıl ve dahi dün
Ben ayırdım kendime
Geçmişten bir saatçik.
Tatlı bir boncuk
Tutmak için sıkıca
Tam oynuncak
Yol boyunca.







14 Aralık 2019 Cumartesi

ROMANTİK MARATON #5 TONY TAKITANI

'Onunla evlenerek Tony Takitani hayatının yalnızlık dönemini kapatıyordu. Sabahları uyandığında ilk işi onu aramaktı;  onu yanında uyurken bulduğundaysa hissettiği, rahatlama duygusuydu. Eğer yanında değilse huzursuzlanıyor kalkıp evin içinde onu arıyordu. Yalnız hissetmemekle ilgili ona tuhaf gelen birşeyler vardı. yalnız olmayı sonlandırdığı gerçeği,  tekrar yalnız kalabilme olasılığının sebep olduğu bir korkuyu tetikliyordu’  [Haruki Murakami]


“By marrying her, Tony Takitani brought the lonely period of his life to an end.
When he awoke in the morning, the first thing he did was look for her. When he found her sleeping next to him, he felt relief. When she wasn't there, hefelt anxious and searched the house for her. There was something odd for him about not feeling lonely. The very fact that he had ceased to be lonely caused him to fear the possibility of becoming lonely again.” 



Murakami’nin ayni isimli öyküsünden beyazperdeye uyarlanmış film 'görsel bir şiir’ diye ifade edildi pek çok film eleştirmeni tarafından. Katılıyorum. Jun Ichikawa sofistike zevkleri olan sinema seyircisinin önüne bir kup limonlu dondurma koyuyor sanki.

Minimal fotoğraf ilginizi çekiyorsa bu filmden hiç sıkılmayacaksınız, hayran hayran bakacaksınız. Aksi durumda biraz baygın (bir arkadaşımın bizzat yorumu böyleydi)  gelebilir.   
zira şöyle fotoğraflar göreceksiniz film süresince... 

(son zamanlarda benim de takıntım minimal fotoğrafları layklamak. Kendimi alamıyorum  Instagram’a teslim olmamı sağlayan da minimal fotoğrafçılık itiraf ediyorum. Neyse sulandırmayalım.)











gibi...


Hoşuma giden bir diğer şey de sayfa çevirme efekti yaratan çok yumuşak sahne geçişleri. Gerçekten  ara ara, 'kitap mı okuyorum film mi seyrediyorum belli değil' diyor insan.

Gelelim mevzuya;

Toni Takitani, annesi o bebekken vefat etmiş, babası ise bir jazz müzisyeni olduğu için sürekli turnede; bu sebeple yalnızlık küçüklüğünden beri tam içine işlemiş olan bir insandır. Çizim yeteneği olduğundan dışavurumu resimle olsun istemiştir vefekat çizdiklerinde duygu eksikliğine karşı şekli doğruluk öne çıkınca illustrator olmaya yönelmiştir. Boylece zaman gecmis, Tony Takitani, orta yaşlı, münzevi bir grafik tasarımcı olarak takılmaktadır. 

Bir gün ofiste bir sekreter alımı görüşmesinde adaylardan birine karşı birşeyler hisseder. Önce karar veremese de, kız ise başladıktan bir sure sonra ona aşık oldugunu fark eder ve ona evlenme teklif eder. Bu kız kendisinden epey genç , kendisi kadar yalnız ve bir o kadar da ilginç biridir.  İlginçliği takıntısından gelmektedir. Kızda giyim takıntısı vardır. Dolayısıyla da alışveriş manyağıdır.  

Murakami, kızın takıntısının onun kişiliğinin belirleyici özelliği olduğu konusunda net; oyunun kahramanı Tony ise bir ikilem yaşıyor. oraya sonra gelelim.

Ana mevzu; bir yalnız bir yalnızla artık yalnız olmamaya karar verirse bunu ne kadar başarabilir?

alt sorunsallar: 

- kişinin sanatı tiryakiliği olabilir mi? bu engellenmeli midir?
- ‘tekrar yalnız kalma korkusundansa yalnızlık yeğdir' midir?

son bir alıntıyla noktayı koyalım.

Each memory was now the shadow of a shadow of a shadow. 

'Her hatıra şimdi gölgenin gölgesinin gölgesiydi.'

27 Kasım 2019 Çarşamba

ROMANTIK MARATON # 2 BREAKFAST AT TIFFANY'S

Romandan şu alıntıyla başlayalım


“ 'vahşi birşeyi asla sevme Bay Bell’ dedi Holly. ‘Doc’un da yanlışı buydu işte. Vahşi şeyleri tutup eve getirirdi hep. Kanadı yaralı bir şahin mesela. Bir keresinde bacağı kırık bir vaşak getirmişti. Yavru filan da degildi ha.  Ama vahşi bir şeye kalbini veremezsin; bunu yaptıkça onlar daha da güçlenir. Bir gün ormana kaçacak kadar güçlü hissederler. yada bir ağaca uçacak kadar, sonra daha yüksek bir ağaca. sonra da gökyüzüne. İşte sonun bu olur. Mr. Bell. Eğer vahşi birseyi sevmeye teslim olursan sonunda kendini gökyüzüne bakar bulursun.”

(“Never love a wild thing, Mr. Bell,' Holly advised him. 'That was Doc's mistake. He was always lugging home wild things. A hawk with a hurt wing. One time it was a full-grown bobcat with a broken leg. But you can't give your heart to a wild thing: the more you do, the stronger they get. Until they're strong enough to run into the woods. Or fly into a tree. Then a taller tree. Then the sky. That's how you'll end up, Mr. Bell. If you let yourself love a wild thing. You'll end up looking at the sky.” )

Capote böyle diyor romanda; Blake Edwards, Çılgınlar Kraliçesinin yönetmeni, bunu ana karakterimiz Holy’e (Audrey Hepburn) ilk ağızdan söyletiyor. Son derece dokunaklı bir sahne gerçekten. 

Breakfast at Tiffany’s romantik komedilerin hasıdır bence. Tam bir kült. Mekanlarıyla, kostümleriyle, olay örgüsüyle ve anlatımıyla zamansız. 

Yaralı vahşi bir kuşun aşka düşme macerasını anlatır. Holly asıl adı Lola May, küçük bir Amerikan kasabasından kaçıp New York’un crème de la crème cemiyet hayatının tam ortasına bir şekilde konmuştur. Filmin ortalarına gelene kadar bu kızın tam olarak olayı nedir hiç anlayamayız. Film ilerledikçe kendisinin de ne aradığını, nereye gittiğini hiç bilmediğini fark ederiz. 

meşhur Moon River performansı:



Tesadüf bu ya, aşk onu bulmuştur bir şekilde.
Holly film boyunca tüm zarafetiyle ve tatlılığıyla  kaçınılmaz olan aşktan seke seke kaçar durur.  

Havası kimedir? Kendine mi?

Holly Manhattan’ın göbeğinde bir ev tutmuştur. Sosyetenin gözbebeğidir diyebiliriz. Parti kraliçesidir. Yolda gören ‘bu herhalde bir milyarderin kızı veya karısı filan’ der. Öyle bir tavır içinde takılmaktadır. Şey gibi... Edie Sedwick gibi. (ama o gerçekten mirasyediydi) Bizimkisi başarılı bir çakmadır oysa.  Bu da tuhaf bir paradox bu arada. Edie’nin yaşam tarzı olarak Holy’den etkilendiği söylenir. (Gerçeğin taklidini taklit etmesi paradoxu - sulandırmayalım.)







Malum bu film aynı zamanda bir ikon kraliçesi yaratmıştır. Gözlükler, gölgeli saçlar, little black dress, inciler, babet ayakkabılar vs. vs.

Filmi seyrederken Holly’nin bir sanatçı oldugunu farketmelisiniz. Onun sanat eseri kendisidir. Tüm o stiliyle kendini yaratmıştır. Bir de isim koymuştur. Asıl adı Lola May’dir.  İşte bütün bu emeği bir aşk uğruna çöpe atmak istemez ve direnir. O direndikçe biz eğleniriz. Acı içinde kıvranmaktadır aslında. 


istikrarlılığa a karşı özgürlük

özgürlüğüne düşkün olduğu için mi istikrarlı iliskiden kaçmaktadır?  Dairesini yaşamak için dekore etmemiştir. bavulu salonun ortasında durmaktadır.  Herkese kendisi de dahil olmak üzere isim takar ama kedisinin isimi yoktur.

kedi

Böyle bir kedi olamaz. Bir de sarman ki sormayın. Filmde başına gelmeyen kalmadı hayvancağızın gıkı çıkmadı. 



Parti kafası
Filmi seyrederken en keyif aldığım sahnelerden birisi de parti sahnesiydi. 1950’lerin ev partileri böyle oluyormuş demek. 
Buyrun keyifli seyirler!
















15 Ekim 2019 Salı

Gecenin şiiri

An Eastern Ballad

I speak of love that comes to mind:
The moon is faithful, although blind;
She moves in thought she cannot speak.
Perfect care has made her bleak.

I never dreamed the sea so deep,
The earth so dark; so long my sleep,
I have become another child.
I wake to see the world go wild.

Allen Ginsberg 1947


Ben aklıma estiği gibi konşuyorum aşktan
kördür vefakat sadıktır ay
O'ysa konuşamaz düşüncede dolaşır
solgunluğu fazla ihtimamdan

hiç bu kadar derin hayal etmemiştim denizi
yeryüzünü bu kadar kara; 
uykumu ise bu kadar uzun/ uykuma elveda
başka bir çocuk oldum şimdi ya
uyandım dünyanın çıldırışını görmek için.

11 Mayıs 2019 Cumartesi

alıntı

"Bolca boş zaman var. Kendimi hazırlamadığım şeylerden biri. Doldurulamayan zaman miktarı, hiçliğin uzun parantezi. Beyaz gürültü gibi zaman. Keşke birşeyler işleyebilseydim; örme, dokuma ne bileyim elimle yapabileceğim bir şeyler işte. Canım bir sigara çekti. Sanat galerilerinde dolaşırken gördüğüm 19. Yüzyıl tablolarını hatırlıyorum;  tüm o harem takıntısı...düzinelerce harem tablosu, divanlarda sere serpe yayılmış şişko kadınlar, başlarında örtü veya kadife başlıklar, tavus kuşu tüğleriyle serinlerken harem ağaları arkalarında nöbet tutuyor. Aslında hiç orada bulunmamış adamlar tarafından çalışılmış oturan vücut çizimleri... Bu resimlerin erotik olduğu düşünülürdü, ben de öyle olduklarını düşünürdüm oysa şimdi anlıyorum tam olarak neyle ilgili olduklarını. Bu tablolar durdurulmuş yaşamla, beklemeyle, kullanımda olmayan nesnelerle ilgiliydi. Can sıkıntısını resmeden tablolardı onlar. Ama belki de erotik olan can sıkıntısıydı. Özellikle de kadınlar erkekler için can sıkıntısı çektiğinde..."
Handmaid's Tale/ Damızlık kızın öyksü - Margret Atwood.

5 Mayıs 2019 Pazar

Günün sözcüğü; kenopsia



KENOPSIA: Geride bırakılan mekanların tekinsizliği

Etimoloji: (Yunanca) kenosis : boşluk + opsia : görüş

METİN:

Taşınırken tüm eşyalar evden çıktığında hissedersiniz; bir mekanın nasıl boş hissettirebileceğini...
okul kapandıktan sonra koridorda yürürken veya haftasonu karanlık bir işyeri katında;
sezondışı lunaparkta... genelde cıvıl cıvıl yaşam dolu olan bu yerler şimdi nasıl da terkedilmiş ve sessiz.

pek çok anınızın hala durduğu yerde duruyor olan mekanlarda geçtiğini unutmak kolaydır. Duvarlar hemen hemen hiç değişmemiştir. Hatta bazı aynı insanlar hala oradaymış gibi, yokluğunuzda da orada olmaya devam etmişler; oysa aslında o sizin bildiğiniz dünya ve hatırladığınız insanlar siz taşındıktan sonra aynı kapılardan geçen bir sürü başka insanla yer değiştirmiştir.

Anıları hatırlamak, kurmak için onca zaman harcadığınız hayattan bir anda ayrılmamak için etrafta dolanmaya çalışırsınız; bu oyalanmada dünyanın da size eşlik edeceğini umarak...Ama nihayetinde eşyalarınızı toplayacak ve evin içinden son kez geçip gideceksiniz.

ve siz ayrılır ayrılmaz, bir gün bile beklemeden bir başkasının yeni evi olmaya başlayacak. Kendi anılarıyla doldurulacak boş bir tuval, taze bir boya katıyla inşa ettiğiniz hayatı satın alan kişi ekolardan başka birşey bırakmayacak. Oda boş değil hiper-boş kalmıştır, toplam nüfus ekside... sakinleri öyle bariz şekilde yoklar ki neon ışınları gibi parlıyorlar. Belki de bu yüzden hayaletlere inanma eğilimindeyizdir.Belki tüm bunlar bir fantezi.
anılarımız öylesine güçlüymüş ki duvarda izi kalıyormuş; başkasına birşeyler ifade edebilecek ve boyayla kapatılamayacak kadar güçlü olduğuna dair bir fantezi...
İstediğimiz burada geçirdiğimiz zamanı işaretlemek,
odaları doldurup hatıraları hayatta tutmak.
Ve eğer evlerimiz ele geçirilirse (cinler periler tarafından belki)
bu ancak biz ele geçirdiğimiz içindir. (o cinler periler de bizizdir)
sanki gerçekten bitmemiş/yarım kalmış bi görev varmış gibi.





8 Şubat 2019 Cuma

Moses he wrote,
Winning as he weeps,
weeping as he wins.
Evidently can't believe in victories
Hitch your agony to a star...

Yani

Moses yazdı,
Ağlayarak kazanıyor
Kazanırken ağlıyordu.
Belliki zaferlere inanası yoktu.
Izdırabını bi yıldıza çektir.

Herzog -Saul Bellow

Not: Herzogun kendine yazdığı bu şiirimside geçen hitch aslında çek, çekiştir kadar -bağla anlamna da geliyor ama biz pekiala Saul'cuğum şunu Türkçe yazsa 'ızdırap çektirme' ye bi gönderme yapardı diye düşünebiliriz.

3 Şubat 2019 Pazar

günün kelimesi ve ipad'ime övgü yazısı

gecenin olmuş üçü civarı ; Saul Bellow'un Herzog'unu bulmuşum (e-pub) bir kaç sayfa okuyaraktan sızarım düşüncesiyle sayfaları çeviriyorum. Gözlerim kapandı kapanacak ama Saul bırakmıyor.

Herzog diyor; 
'kafayı sıyırmış olsa bile ona göre hava hoştu.' 

bazı insanlar onun keçileri kaçırdığını düşünüyordu ve bir süre kendisi de orada/keçilerin kaçırıldığı yerde olduğundan şüphe duymadı değil; ama şimdi... hala devam eden saçma davranışlarına rağmen kendine güvenli, neşeli, güçlü hatta kimsenin görmediğini görebildiğini düşünen bir moddaydı. Güneşin alnında oturmuş, aklına kim gelirse, ona buna mektup yazıyordu.    

gel de devam etme.

Herşeye pek bi hevesli bakıyor ama yarı kör gibi hissediyordu. Dostu- eski dostu,Valentine ve karısı - eski karısı Madeline, onun akıl sağlığının çöktüğü dedikodusunu yaymışlar etrafa. Bu doğru muydu?
...
Baharın sonlarına doğru Herzog bir izahat, kendini aklama, başka bir bakış açısı ortaya koyma , bazı düzeltmeler yapma filan gibi ihtiyaçlarının üstesinden gelmişti aslında. O zamanlar New York gece Okununda , lisans üstü öğrencilerin derslerine giriyordu. Nisanda oldukça netti de mayısta abuk sabuk konuşmaya başlamıştı. Öğrencilerin Romantizmin Kökleri namına bişey öğrenemeyecekleri ve fakat epey tuhaf şey duyacakları aşikardı. Akademik formaliteler bir biri ardına yıkılıyordu. Profesör Herzog zihni epey meşgul birinin bilinçsiz açıkyürekliliği kafasındaydı. Ve dönemin sonuna doğru dersler uzuuun duraklamalara sahne oluyordu. "Afedersiniz" diye mırıldanarak birden duruyor, ceketinin cebindeki kaleme ulaşmaya çalışıyordu. Eline geçen herhangi bir kağıda müthiş bir hırs ve ellerine yansıyan hevesle yazmaya başlıyor; masa ortadan ikiye ayrılacakmış gibi sarsıntıyla sallanıyordu.  Sanki yazdıkları tarafından yutuluyor gibiydi, gözlerinin altında koyu halkalar, bembeyaz suratı herşeyi, herşeyi gösteriyordu. Saki birşeyleri sorguluyor, tartışıyor, acı çekiyor;birden zekice bir alternatif üretmiş gibi gözleri faltaşı gibi açılıyor; sonra yeniden büzüşüyor, gözleri, ağzı herşeyi sessizce bağnazca acı bir öfkeye yöneltiyordu. İnsan tüm bunları görebiliyordu. Sınıf üç dakka, beş dakka  çıt çıkartmadan bekliyordu. 

Başlarda yazdıklarında bir izlek yok gibi görünüyordu;
misal şöyle şeyler:

ölüm-öl-yeniden yaşa- yine öl- yaşa.
insan yok-ölüm yok.
ve
ruhunun dizlerinin üstüne çökmüş? kullanışlı da olabilir. yerleri sil ozaman.


Neyse roman böyle yağ gibi kayıyordu; sonra birden 'mithridate' diye bi laf etti Saulcuğum. gecenin üçü! hey allam ! dedim önce.

kitaptan okuyor olsam, kalk bilgisayarı aç, google translate'e yaz, bu tarz kelimeler söz konusu olduğunda çeviri tam aklına yatmazsa ki genelde öyle oluyor aç başka sözlük bak filan...adamın siniri bozulurdu...
oysa ipadimin ibookundan okurken hemen tıklıyorsun kelimenin üstüne 'tanımla' diyorsun. Pıt diye tanımlıyor canım ibook. Teknolojinin böylesine bir demet papatya.

Gelelim kelimenin anlamına:
kontekste göre 'efsunlu olmak' manasında da kullanılabilinen aslında  fiilken 'zehre panzehir olmak' değilken panzehir manasında çok şık bir kelime.

kelime Pontus Kralı IV. Mithridate'den geliyormuş. Hikayesi pek güzel.  YYANİİ! 

Şöyle ki; rivayete göre ; Bu Kral Mithridate çocukluğundan beri, annesi dahil bilimum çevresindekiler tarafından zehirlenmek suretiyle tahttan indirilme teşebbüslerine karşı kendini koruma maksatlı bir hobi geliştirmiş enteresan bir karakter. Bilinen bilinmeyen bütün zehirlere panzehir bulup, kendi üzerinde denermiş. Bünye bağışıklık kazanmış bütün teşebbüsler başarısız olmuş. Epey de bi zaferi var. Sonunda, artık yaşlanıp rakibine yenileceğini anlayınca öldürülmektense intihar ederim diyor ; ama kendini zehirleyemiyor. Yani zehirliyor da bişey olmuyor ölemiyor. Vücüt bağışık ya. Böylece en güvendiği askerinden kendisini öldürmesini istiyor. Sonu bu yani.

bu da louvre'daki heykeli


 yaa
ipadimin ibookunun tanımla özelliği olmasaydı ben hayatta bu kelimeye gecenin üçünde gözümden uyku akarken kalkıp bakıp öğrenmeye çalışmazdım. Ne değişirdi hayatımda orası da konu dışı .

Bu arada Saul Bellow 'un Herzog'u çok enteresan karakter. İlerleyen günlerde vakit buldukça biraz daha çeviririm belki parça parça.


o zaman tom waits'den bi green grass dinleyelim bari. Beğenmeyen Cybelle yorumunu dinlesin. 


Herzog okurken hep Tom Waits arka fonda gibi...