JP sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
JP sartre etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Nisan 2020 Salı

AÇIK VE SEÇİK BİR BAKIMA DA BELİRSİZ GÜNLER # 4

tıpkı Kurt Vonnegut’un dediği gibi, 'and so it goes...'

En nihayetinde dünya acayip bir yerdi. Kimseye çaktırmadan dönüyordu bir kere.   
zaman desen, eni konu uyutuyordu insanı.
hepi topu 150, 200 saat. 1 hafta, 10 gün.
Gündem değişiyordu. Kasırga geçmiş ama havadaki kasvet geçecek gibi görünmüyordu. İznimi henüz onaylatmamış olsam da, biletimi almış olmanın verdiği 'belirlilik’ duygusu hafif enerjimi yükseltmişti sanki.

o gün

Napacak bu adam, gönderecek mi hakkaten bütün mültecileri şimdi? diye sordu  Maria. 'Yok be yav’ dedim. Hepsi nereye sığar? 'Bi hesapları vardır onların; danışıklı döğüştür yine'. 
'Valla danışıklı mı bilmem de, Yunan basını panik vaziyette' dedi. 'Ada halkı sokaklara dökülmüş.’
- Ne diyorlar?
- Millet canının derdinde, ekonomik kriz bir yandan, para yok, herkes patlayacak yer arıyor. Çocuk  kadın dinlemiyorlar, itip kakıyorlarmış. Yunan polisi de çanak tutuyormuş.
- yaa, ne acı değil mi? hatırlasana daha dün ada halkı kucak açmıştı, Yunan askeri sarıp sarmalıyordu çocuklara oyuncak çikolata veriyordu. ne oldu da bütün o şefkat hınca bıraktı yerini?

Eva kafasını elindeki telefonun ekranından kaldırdı, lafa girdi. 'Anlaşmaya göre yakaladıklarını geri gönderebilirlermiş ama Turkiye’ye, öyle okudum ben.’

Maria ‘ Nasıl bir dünya kardeşim bu? biri diyor ki hımmmm kafamı bozmayın hepsini gönderirim; öbürü diyor ki; banane anlaşmamız var; ben de yakalar geri gönderirim. İnnnnsan  kardeşim bunlar insan, bu nasıl iş? böyle bir 'yanlış kullanım’ ı hak ediyorlar mı? diyerek isyan etti.  

Maria’nın zaman zaman kabaran devrimci damarını bilmeyen yok. Heyecanlandığında ve sinirlendiğinde tatlı bir aksanla garip garip kelimeleri cümle içinde kullanışına bayılıyorum. Bu seferki çok düşündürücü. Yani o an, genel geyik içinde geldi geçti ama sonradan düşündürttü beni. 'missusage of the refugees’ nereden buldu bu kelimeyi de söyleyiverdi bir çırpıda?
aslında çok manidar bir ifade. Tam olarak çevirisi yapılamıyor sanki. Yanlış kullanımdan çok hor kullanım desek daha yaklaşıyor sanki anlamına. Gerçi yanlış, hor önemli değil, vurgu kullanımda.

‘Mülteci mevzuu bizde hassas mevzu!’ dedim. 'Muhalefet bile ağzını açıp bişey söyleyemiyor bu konu hakkında. Burda maaşallah herkes herşeyi konuşuyor. Biz bişey diyemeyiz kardeşim; biz bilmeyiz, başımız bilir; O ne derse o.'  

Ama durum ortada diyor Maria; sen desen de demesen de,  insanlar memleketlerindeki savaştan ölümden kaçmaya, aileleriyle güvende hissedecekleri, insanca yasayacakları bir yere gitmeye çalışıyorlar. Burası belliki Türkiye  değil veya Yunanistan da değil. Dolayısıyla  bir takım başka insanlar bu insanları yaşamak istemedikleri bir yerde tutması için, bir başka insana para veriyor. Sonra O insan, bambaşka bir insan tarafindan başka bir şeyle taciz ediliyor diye bu insanları bir takım başka insanların yaşadığı ve aslında tam olarak bu insanların gitmek istediği yer olan yere göndermekle tehdit ediyor. Bir takım başka insanlar da daha önceden yaptıklarını düşündükleri anlaşmaya dayanarak soz konusu insanları -ki bu insanlar savaş travmasıyla ordan oraya savrulmaktalar 8 yıldır- yaşamak istemedikleri yere tekrar göndermeye kalkıyorlar. Ama kimse yahu bu anlaşmayı kime sordunuz da yaptınız? yapmaya hakkınız var mıydı demiyor.

İşte diyorum gördün mü bak daha anlatırken bukkadar laf ettin; yine de bişey anlaşılmadı, dolayısıyla bakmak lazım, kimin neye hakkı var; uluslararası anlaşmaların içerikleri bizi aşar. İşçisin sen işçi kal, sigaranı iç kahveni iç, henüz kafana bomba yağmıyor diye mutlu ol biraz.

Maria’nin hararetinden kafeteryanın camı buhar olmuştu, Eva keyif kaçıran bu muhabbetle hepi topu 15 dak olan kahve molasını heder etmek istemediği için yavaştan tırtıl tırtıl uzaklaştı.
Casper gelmişti masanın ucunda dikildi, oturmadı. 

Karnaval zamanı ofise gelecek olan var mı aranızda dedi?
Maria 'biz çalışmıyoruz’ diye cevap verdi beni de dahil ederek. 'Parade’e gitçez.'
‘Ben izin istedim zaten’ diye kendi adıma konuştum.
 Hafta’ya mı?  derken epey şaşırmış görünüyordu Casper, süper saçma birşey yaptığımı anlatır bir ifadeyle. 
-Unut onu, ekipte çok eksik var. Onaylamazlar. 
haftaya değil, Martın ikinci haftasına istedim. 
-Karnaval haftaya...  Gerçi martın ikinci haftası da zor bence. 
-felaket tellallığı yapma;  kimmiş eksik hem? 
-Claudia’nın kardeşi evleniyormuş Hırvatistan’a gitti, sonra Santiago... 
-Bu mudur? 
-e zaten kaç kişiyiz?
- Valla idare edeceksiniz bi hafta.  Su kaynattım ben, hem Santiago döner karnavala.
- hehe evet kesin karnavalda çıkar ortaya...zaten gittiğinden de şüpheliyim; evde yatıyo da olabilir.

Maria, sana dişçi yazıyorum dedi hemen Casper uzaklaşınca. 'Dişçiye gitmem gerek' dersin. süper mazeret. 
- Geçen yıl müdürlerden biri Turkiye'ye sırf implant yaptırmak için gitmişti. Orada hem daha ucuz hem daha iyi diyorlar bakım. öyle mi hakkaten? öyledir tabi, Yunanistan bile burdan iyi fiyat performansta. 
'ne münasebet yav!' diye parladım.
-tatile çıkmak benim yasal hakkım, istediğim zaman çıkarım burası Hollanda arkadaş yalandan mazerete ihtiyacım yok; öyle olacaksa Türkiye’de kalırdım suyu mu çıkmıştı memleketin?
-öyle diyorsan...

öyle diyordum. kafamı bozmasınlardı basardım istifayi şubat ortasında, ya da alırdım 3 ay mazeret izni kalırlardı dımdızlak. Sağım solum belli olmazdı benim. Bu Hollandalılar beni daha bilmiyorlardı. Beni ve sağnak gibi gelen bulantılarımı.

Belki bir gün, tam şu anı, trene binme zamanının gelmesini iki büklüm beklediğim şu kasvetli anı düşününce yüreğimin hızla çarptığını duyacak ve ' Her şey o gün, o anda başlamıştı.' diyeceğim. Ve kendimi (geçmişte, yalnızca geçmişte) kabul etmek elimden gelecek belki.

Maria’nin telefonu çaldı; henüz kahve molasının bitimine beş altı dakika vardı. Telefona baktı kimin aradığını görmek için. Yüzünde yaramaz bir gülümseme belirdi, belliki yakın biri arıyordu; pavel, abisi veya annesi. Espirili bir tonda açacaktı muhtemelen; öyle ‘alo’demişti. Ama on saniye içinde yüzündeki tebessüm donmuş; yanakları düşmüş, gözleri dolmuş, ağzından tek kelime çıkmamıştı. Dinliyordu. Telefonun ucundaki kim se; hiç güzel şeyler söylemiyordu belliki. Bir terslik olduğunu anlayıp, su getirmeye gittim. Suyu getirene kadar ağzından tek kelime çıkmamıştı, gözlerini dolduran yaşlar yanaklarından sessizce süzülmeye başlamıştı.  Bir süre sonra peki deyip telefonu kapattı. Suyu uzattım. içti. Bekliyordum, söylesin diye. Nefes aldı, verdi. Ifadesini normale döndürdü. ‘Anneannem’ dedi. Bu sabah evinde yerde bulmuşlar. Holde, kapıya yakın... Tamamlayamadı cümlesini.
'Hayallah!' diyebildim. Çok üzüldüm.
Ağlamıyordu.
hatta sakindi.
'Yaşlıydı epey, bir iki haftadır da hastaydı iyileşemedi demekki. Asıl Annem fenadır şimdi. saatine baktı, telaşlandı hafiften "Aramam lazım, beni idare etsene. Biraz geç döneyim ofise ben' dediğinde üzüntüsünü annesi icin duyduğu endişeyle bastırdığını fark ettim. Kriz ananda soğuk kanlıydı o da benim gibi. Başkalarını düşünmeye fırsat bulabiliyordu.

'Olur tabi’ dedim. 'Birşeye ihtiyacın var mı, iyi misin? kalabilirim istersen.'
'Yok yok gelirim ben de içeri, beni annemle konuşmak geriyor sadece’ dedi.

Ofise doğru yürürken tuhaf hissediyordum.  Herşeyi konuşuyorduk Maria’yla. savaştan, hastalıktan, beğenmediğimiz yönetim şekillerinden, açlıktan, yoksulluktan, mültecilerden, ( çok bilirmişiz gibi) müzikten, filmden, diziden...ahkam kesmediğimiz birşey yoktu.  Hemen hemen herşeyi konuşuyorduk. Ölümden hiç konuşmamıştık. Benim için kolay konuşulacak bir mevzu değildir hiç bir zaman ölüm.

Ölüm üzerine ahkam kesmekten korkarım. Rahatsız eder beni bu, tüylerimi ürpertir. Ölüm mevzubahisse empati kuramam karşımdakiyle. Ne hissediyor bilemem, tahmin yürütemem ve kaçarım. Bu hep böyle olmustur. Bu güne kadar pek çok arkadaşım kırılmıştır bana, yakınlarının cenazelerine katılmadığım için, geç başsağlığı dilediğim veya dilemediğim için. Bilmezler, anlamazlar kendimle ilgili çözemediğim bir durum olduğunu bunun. Bazı insanlar için çok sıradandır ölümden bahsetmek. Bazıları aslını astarını iyice öğrenmek ister. ‘AAA vah vah vah başınız sağolsun hay allah  nasıl olmuş, kaç yaşındaydı, genç miydi? yalnız mı yaşıyordu? Ne zaman haber aldınız? cenazesi ne zaman kalkacak?.... Ben donar kalırım, boğazımda boğulurum, susarım, pısarım.

İşte Maria’yla dostluğumuzda bu aşamaya gelmiştik. Şimdi benim bu ilkel yönümle karşılaşacaktı. Onunla bir kaç dakika içinde yeniden bir araya geldigimizde ne konuşacaktım, nasıl davranmalıydım asla bilmiyordum, hiç bilmiyordum. İçim sıkılıyordu. Ve beynim boştu.  Ölüm kalım üzerine düşünmeye başladım. Kendimi alamıyordum ama zorlanıyordum. Üstelik aile fertlerinden birini kaybetmek başka birşeydi. En son kiminle konuşmuştum hatırlamaya çalıştım. Hatırlar hatırlamaz da canım daha da sıkıldı, kendime utandım.  Barthes’in kitabı geldi aklıma. Onun o  kitabı, aldığım günden beri kitaplığımda durur. İlk cümlesini bile okumadım. Okumadığım tek kitabıdır. Yas Günlüğü. Annesinin ölümünden sonra ölümle ve yasla ilgili yazdığı...abartıyorum diye düşünüyorsunuz belki de ama söylüyorum. Bu benim fobim; yas tutan insanla yalnız kalma korkusu.  Kitap diyorum kitap. yani düşünün, o kadar...

öğle arasına kadar görmedim onu.

öğle arasında kafeterya’ya gittiğimde arkadaki masa’da oturuyordu; Nispeten küçük olan, gençlerin muhabbetinden başımız şiştiğinde veya daha özel şeyler konuşacağımız zaman tercih ettiğimiz 4 kişilik masaya geçmişti. Yanına gitmem icab ediyordu tabi. Bense kafeteryanın girişinde duruyordum. Hala nasıl davranmak lazım onu düşünüyordum. Ne söylesem iğreti duracaktı, çünkü fazla gerilmiş bu yüzden de fazla hazırlık yapmıştım. Hiç doğal bir halim yoktu. Hiç birşey doğal degildi , anneannesini tanımıyordum ki. Maria’yi tanıyor muydum sanki? Iki sene önce Maria diye biri yoktu hayatımda... Zaten iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda bilseydim bugün anneannesini kaybedeceğini, onunla bu kadar yakınlaşmazdım. Düşüncelerimi kontrol edemiyordum bu saçmalıkta ve bu hızla akyorlardı. Ben orada dikilirken Maria beni fark etti ve el etti. ‘Buradayım’ diye kendini gösterdi. Yavaşça  masaya doğru yürümeye başladım.  Masanın üzerinde bir sürü boş yiyecek ambalajı vardı. iki kola kutusu, kenarına ketçap mayonez bulaşmış pizza tabağı vs.
'Kim bırakmış bu boşları?' dedim.
İlk cümlemin bu olmasına kendim de şaşırmıştım.
‘Ben' dedi Maria 'bir saattir yemek yiyorum iştahımı tutamıyorum.’

- Sen mi yedin bunları?
- valla ben yedim.
- abartmışsın
- valla abarttım.
- iyi misin?
- iyiyim iyi.

hakikaten normal görünüyordu. İyiydi. ‘iyi’ dedim ben de bişeyler alayım.
'Hamburger al hamburger!’ diye bağırdı arkamdan. Bana da al.
'Tovbe estafurullah!’ diyesim geldi.

Hamburger hakikaten fena görünmüyordu. Hommade hamburger... içinde karamelize soğan bile vardı. yanında patates kızartması... Hayret nereden esmiş bu öğlen bu menü? diye düşündüm. Ben de uydum şeytana. Bi de kola çektim yanına.

Oturduk bi güzel yedik hamburgerleri. Kafeterya yemeklerinden bahsettik; hamburger menüsünün arada sırada insana iyi geldiğinden, bu Hollandalıların sandviçten başka birşeyden anlamadıklarından, normal kola ile zero kola arasında saglıksızlık açısından hiç bir fark olmadığından , yani o kötü tada deymeyeceğinden filan bahsettik.
Genel geyiğimiz kaldığımız yerden devam ediyordu aynen.
birden durdu.

'Çok cadı biriydi. gerçekten öyleydi, öyle tatlı ninelerden biri değildi, baya baya cadıydı' dedi.
hazırlıksız yakalanmıştım. Tam gevşediğim bir anda gelmişti.
’aynı senin gibi, sen de öylesin’ deyiverdim. Ağzımdan bu cümle çıkmıştı.
bastı kahkahayı çok hoşuna gitmişti.
"çok doğru” dedi.  "Ona çekmişim ben. Annem mülayimdir, sessizdir. En son ziyarete gittiğimde bütün evini temizletmişti bana. üstelik annemin gönderdiği temizlikçi bir gün önce gittiği halde. 'Maria şu mutfak tezgahını bi siliver'le başlayıp balkonu yıkamayla son bulan ziyaretim onu memnun etmiş miydi acaba? Temizlikten pek memnun kalmadığını biliyorum. Gerçi hiçbirşeyden memnun olmazdı o. Mutlu biri değildi. Ama umrunda da değildi.

- Kaç yaşındaydı? dedim.
- 89.
- vay canına.
- degil mi? 89 yıl piyuuuvvv.
- annen?
- o da 71.
- vay be çok erken doğurmuş.
- sen ne diyorsun annem küçüğü; daha teyzem ve dayım var.
-ovvv.  Hayattalar mı?
- evet evet; hepsi orada. Dayım bi ara Atina’ya taşınmıştı da boşanınca geri döndü adaya. Birbirlerinden ayrılmazlar. Gang. komik tipler, hepsi sap.
- gidecek misin cenazeye?
- yok, yetişemem zaten. Akşam abime gidicez Pavel'la görüntülü konuşucaz aile eşrafıyla.  Seninkiler sağ mı?
- büyük anne büyük babalar mı?
- hıı..
- yok hepsi ölü.
-ok.

İşte böyle gelişmişti diyalog. Son derece normal ve medeni bir konuşma olmuştu. Nasıl da güzel idare etmiştim. Ama Maria’nın da hakkını yememek lazım. Ne kolay bir arkadaştı. Onunla herşey su gibi akıyordu. "Iki sene önce onunla ilk karşılaştığımızda iyi ki, 'bu insanın bir gün bir yakını ölür ben  iyisi mi hiç yakınlaşmayım' demeyip samimi bir muhabbet kurmuşum" dedim içimden kendime kıs kıs gülerek.

Ölüm diyorduk değil mi? Ne yazık ki daha yeni başlamıştı; bu konu bizi epey bir süre meşgul edecekti.



“Kentte steril hayatlar yaşayanlar için ölümün keşfedilmesi ancak zorla olur. Doğal değildir, bu yüzden bir tür şok etkisi yaratır. Kötü bir talihtir ölüm.”

Devam edecek...

25 Ağustos 2016 Perşembe

Günün şahsiyeti; nothing! ve sabah sabah şarkısı


Sartre'ın "Hell is other people!" dediğini, simonla takıldığını, mescaline gibi tonla halelülü ilaçları kullandığını, günde iki paket sigara içtiğini, bir gözünün başka bir yere baktığını (belki de sırf bu sebepten mütevellit), Lacan'la iyi dost olduğunu hatta bi ara yengeçlerle kafayı bozduğunu bile biliyorduk... Ama kediden haberim yoktu valla. Şu kedinin yakışıklılığına bakar mısınız?  "Hell is other people!" diyen sartre değil de kediymiş meğer! Kedinin adı Nothing bu arada.



https://www.youtube.com/watch?v=1CYquRZTuXY