22 Haziran 2015 Pazartesi

zamanda sıçramalar yaşayan drifter iç karadeniz'de kayıp! #1

vay arkadaş!
3,5 milyon yıl diyor rehber. aklıma mukayyet olayım. ok-kadar çok dokunmak istiyorum ki; ama her bir dokunuş 15 yıl çalıyor sarkıtlardan...keşke çocuk olsam, o zaman varoluşta 15 yıllık zamanın ehemmiyetine varamayabilir ve çaktırmadan dokunurdum illaki.



Ballıca Mağarası'ındayım. ya da eski adıyla "in deresi"
büyülenmemek elde değil. en ihtişamlı sanat eserinden bile daha etkileyici inanın. girer girmez diyorum ki;
daha önce böylesini görmemiştim.
nutkum tutuluyor.
ama
nefes alıyorum deriin deriiin.
çünkü atmosferdeki oranın yaklaşık dört katı saf oksijen içeriyormuş içerideki hava...
haftada bir astım ve koah hastalarını getiriyorlar buraya.


rehber ve ekipten biraz geride kalıyorum herşey çok halüsinatif herşey çok saykodelik; sarkıt ve dikitlerin baktıkça değişen şekillerini izlemeye doyamıyor insan herşey bir an birşeye benziyor; ama sadece bir an ve sonra değişiyor ışıkla.. hareketle...


sarkıt duvarların üzerindeki siyahlıklar mağara sakinlerinin eseri yani cüce yarasa kolonisinin; rehber burada temizlik şirketi gibi çalışıyorlar diyor. içerideki sinek ve böcekleri barındırmıyorlar her akşam hava karardıktan sonra sekiz gibi mesela dışarıya çıkıyorlar ve içeri girerken yarattıkları hava sirkülasyonuyla mağara ziyaretçilerinin gün boyu yarattığı hava kirliliğini dışarı atıp temiz havayı içeride tutuyorlar.

belki biliyorsunzdur mağaralar oluşumları bakımından iki tiptir; volkanik mağaralar ve erime mağaraları...

ballıca bir erime mağarası; kireç taşı erimesiyle oluşmuş; yani bütün bu muhteşem yapının müsebbibi su.


mağarada nem oranı %55'in üzerinde her daim.

ve bunlar da mağaraya ismini veren bal taşlar

                permo triyas  mermerleri (yapısında %80'den fazla kalsiyum karbonat içeriyormuş.)


mağarada bir kaç farklı renkte taş oluşumu görmek mümkün
kırmızılar; demir minerallerinin eseri
mavi ve yeşil taşlar bakır azurit

bu arada söylemeyi unuttum burası dünyanın en büyük mağaralarından biri 5 kattan ve sekiz salondan oluşuyor ama heniz açılmamış salonları var onlar yarasa odaları. Tamı tamına ne kadar bilmiyoruz ama 685 metresi ziyarete açık ve tavanın en yüksek olduğu yer 15 m yüksekliğinde.çok acayip değil mi?
yürü yürü bitmiyor.
yarasalardan korkmasam bütün gece burada kalasım var.
girişteki havuzlu salonda insanların yaşamış olduğuna dair bulgular varmış; rehber anlattı ama fotoğraf makinesinin iyi netice vermesi için ayar yapmakla meşguldüm kaçırdım.

1992'de keşfedilmiş çok geç değil mi?




                                      neyse işte geç meç bulunmuş ya! çok muhteşem bir yer
                                               tokat ilimizin pazar ilçesinde!!!
                                                          gidin görün.
                                              valla bak dua edersiniz bana....

                                                 

6 Haziran 2015 Cumartesi

KEDİDİR KEDİİİ!!!

Bundan iki hafta öncesiydi; seçimler yaklaştıkça herkes birbirinin ağzını arar olmuştu hani ‘veriyoruz dimi chp’ye’ diye…
- vermiyom cehepeye mehepeye onnar benim kalbimi kırdılar çok
diyordum;  
-hiii nee selahattin’e mi verecen yine?
- hayır bikere ben onu cumhurbaşkanlıı seçiminde Ekmeleddin çatı yalıtım çözüm sistemlerine tepkisel olarak şeyettiydim.  Hem alla alla!!! cehepe olmazsa selahattin diye bi tipim mi var benim? 
Ne alakası var sol soslu kimlik siyasetine kaptıracak oyumuz yok evelalla.. Belki Perinçek’e vericem; boş gezenin boş kalfası olabiliriz ama ne zaman oy verecek parti bulamasam ortalıkta işçi partisine veririm ben…ammaan bilmiyorum işte kararsızım koşarak kaçasım var… diyerek ve

Bu gibi muhabbetlerden bunalıp seçimlere kadar güneye inmek suretiyle şehirden kaçtım.

Ohh mis!

Bodrum’a yerleşip çocuk yapan veya çocuk yapamayıp organik tarım yapan arkadaşlarım bi mutlular ki sormayın gitsin…

Bütün gün sahilde yatıp şöyle manzaralara bakıyodum.


Sonra Galatasaray Beşiktaş derbisi geldi çattı
Bi de şampiyon olduk mu; ne keyif ne keyif…
Bi hafta tebrikleri kabul ettim sahilde yatarken…

sonra bi telefon geldi;  
Gökçe
-Biz Cuma akşamı yola çıkıyoruz sen de atla gel; assos’da buluşalım.
Oluur dedim ; ayy ne güzel oluur diye ekledim…
Ben Cuma sabahı çıktım yola
Bafa böyleydi geçerken;





İzmir Çanakkale yolu hakkaten duble yağ gibi kayıyo ama kayacak yerlerin çok ağrıyabilir çünü heryer kamera… aliağa’dan sonra biraz sevimsiz yol ayvalık’a kadar… biz konuşuyoz onnar yapıyo ; sanki ceplerinden yapıyo… ödediğim vergiler ve duble yollarda yediğim trafik cezaları nereye gidiyo?
Neyse
Arkadaşlarla tatil gibisi yok… bi de şampiyon olmuşuz ki; ertesi gün babakale’de Pazar varmış gidelim bi otlar çaylar filan alalım; bi de kalamar yiyelim buraya kadar gelmişken dedi gökçe… bindik onun arabaya gidiyoruz. Klimayı kapattık pencereyi açtık; püfür püfür boğaz rüzgarı… koyun çanları kuş sesleri filan arasında kedi miyavlamaları… dedim ki kedi yavrulamış nasıl bağırıyor.      
Sonra babakaleye vardık ve pazara daldık… pazarda herbişeyi çiğ çiğ ye… o kadar yani…zaten köylü de öyle yapıyor aslında; soruyosun mesela 'teyze bu ne otu?'
-         -  O mu?  Evegömeç ya!
-          - Nası yapılıyo o?
-          - Sahanda şöyle bi çevir
-          - Ee
-          - Kavur işte ; ööle yeriz biz,  kavurma.
-          - Peki o ne?
-         -  Acı filiz?
-          - O nası yapılıyo
-          - Onu da çevir sahanda.
-          - O da mı kavurma
-          - Evet tabi. Çok güzel olur. Yumurta kır istersen!
-          - O ?
-          - Labada.
-          - Sormuyorum direkt kavuruyoruz.
-          - Evet kavur güzel olur.

Yani köylünün pek bi kuzey ege mutfağı diyebileceğimiz bir tarifi yok; genel olarak ‘kavur’ ya da ‘kaynat çay diye iç’… bu! Ama çok süper insanlar…

Neyse Pazar sonrası babakale’nin muhteşem köy kahvesinde asmaların altında yorgunluk çayına oturuyoruz. 
Evet Behramkale-babakale arası bütün köy kahvelerinde hala kadın erkek oturup çay içebiliyor bu köyler hala bu derece medeni…
Tam osırada tuhaf bişey oluyor; siyah takım elbiseli bir adam elinde mikrofonla köy kahvesine giriyor ve ardından daha normal giyimli bir başka adam ve ellerinde broşürlerle birkaç kadın… meğer CHP Şey için gelmiş; adayı tanıtmak ve oy şeysi için işte…
Tamam tamam bizim oyumuzun yeri belli diyip yavaştan uzuyoruz.
Meğer köy kahvesinde oy toplamacılık böyle oluyormuş; buna da şahit oldum yani şu yaşımda…
Dönüş yolunda yine pencere açık…
Birden acı bir viyaklama duyuyoruz
“Aa kediiii”…derken
Gökçe birden aman allahım diye feryat ediyor.
-Galiba ses arabadan geliyor…
-Ne?
 - yaa dün akşam Ozan, ‘Gökçe galiba arabanın altına kedi kaçtı baktım bulamadım  ama ben park ederken çıktı herhalde bir daha sesi çıkmadı’ demişti; çıkmamış olabilir mi?
Diyor.
-yok artık nerdeyse 24 saat olacak… taa cihangir’den buraya kaçmış olsa bile ölür hayvan!
diyorum ama;
arabanın altına eğilip lastiğin arasından bakınca; minnacık bir çift gözün korkuyla bana baktığını görüyorum.
Allllaaaaaaa!
El kadar bile değil parmak kadar;
Ödü patlamış…
Nasıl patlamasın;
Cihangir’den assos’a  duble yollarda 180’le lastikte gelmiş… aç susuz 24 saat ve son gücüyle miyavlayıp sesini bize duyurdu…

Fakat iş burada bitmiyor çünkü hayvan acayip bir travma geçiriyor ve katiyen çıkmak istemiyordu. Biz de üstüne gidip çıkartmaya yeltendikçe kendini motora doğru sıkıştırdıkça sıkıştırdı.
İşte o an tansiyonum düştü gözlerim karardı gerçekten bayılacaktım.

kedinin sesini duyduğumuzda bu yoldaydık!
fotoğrafta görünmüyor ama allahtan biraz gerisi benzinlik. 

Ozan köyden bir amca buldu arabayı çalıştırmadan traktörle benzinliğe çektik; krikoyla yukarı kaldırdık işe yaramadı;  altını açtık belki kendi kendine çıkar diye…
Tam üç saat uğraştık;  hava kararana kadar…
Sonunda arabayı orada bırakmaya karar verdik; ve moralimiz berbat bir şekilde kös kös kaldığımız yere döndük. Kimsenin içi rahat değildi; eğer çıkmazsa bir gece daha dayanabilecek miydi aç susuz?

Sabah ilk iş arabaya gittik.
Ses yoktu; hiç ses yoktu…
Kendimizi kötü sona hazırlamıştık zaten hayatta kalmasının mümkünatı yoktu…
Biri eğilip motorun içinde yerini tespit etmeliydi… bu iş erkek olduğu için Ozan’a düştü.

‘Gördüm.’ dedi bir süre sonra.

- Ama kızlar hiç hareket etmiyor maalesef. Ve öyle bir yerde ki çıkarmamız mümkün değil; değil el sopa bile girmez naapıcaz?

Sonra bir sopa bulup dürtmeye karar verdi ve filim o zaman başladı çünkü bizimki can havliyle viyakladı ve sonra tısladı…

Gökçeyle ağlamaya başladık gerçekten mutluluk gözyaşları akıttık yemin ediyorum. Müthiş bişeydi.

Benzinlikte herkes başımıza üşüşmüştü v e bazıları su tutmamız gerektiğini ancak öyle çıkacağını söylüyorlardı. Çünkü gerçekten bir insanın elinin ulaşamayacağı bir yere sıkıştırmıştı kendini. 
Sonunda razı olduk ve hortum geldi. Bütün iç aksamını yıkadık arabanın ve nihayetinde bizimki sucuk vaziyette kendini aşağıya bıraktı.

Can havliyle kaçmaya çalıştı, Ozan önünü kesti ben boynundan kavradım… kucağıma aldım tir tir titriyordu. Miyavlayacak gücü kalmamıştı. Bizim de konuşacak gücümüz kalmamıştı. Gökçe ve ozan kahkahalar atıyorlardı; Emre Uefa Kupasını kazanmış Fatih Terim gibi dizlerinin üstüne çökmüştü ben kucağımda kedi ağlıyordum. Benzinlikteki amca hortumu topluyordu (onların hayvanlarla duygusal ilişkileri pek bizimkine benzemiyor tabi)

Tam 30 saat aç susuz yollarda…
Hemmen biberonla süt verdik su içirdik titremesi aralıksız yarımsaat sürdü ama sonra uyuya kaldı.

Adını “Limbo” koyduk şeyden geliyor ‘living in limbo’ deyimi var ya… hani şarkısı da var Jane Birkin söylüyor…
ŞU;




Tabiiki ben koydum…
Limbo şimdi çok mutlu travmayı atlatması sadece birkaç saat sürdü;  zaten o da tüm cihangirliler gibi güneye kaçıp kafe açma derdindeymiş te… vesayiti yannış seçmiş yoksa abartılacak bişey yok yani.
ve huzurlarınızda Mucize Kedi Limbo;



Ama vatandaşlık görevimizi yapcaz;

Onun için mahalleye geri döndük, dönerken arabanın arka koltuğunda seyahate etti ve kendisi de bunun daha konforlu bir seçenek olduğunu kabul etti. 


 Ve ben de karar verdim limbo’nun hatrına (artık o bi sinyal oldu gibi) son bir şans daha vericem cehepeye.

fotoğrafını çekmeye doyamıyorum kedi annesi oldum yine hay allam!!